Kuvvet ve Zafer kavramları tarih boyunca milletler için çok önemli olmuştur. Kuvvetli ve muzaffer milletler ayakta kalırken, diğerleri ya tarih sahnesinden çekilmiş ya da zayıf, itibarsız bir hal ile kuvvetli ve muzafferlere tabi olmuşlardır.
Kendimizi günümüz şartlarında sorgulayalım; 'Kuvvetli ve Muzaffer bir millet miyiz?'
Sorunun cevabına geçmeden önce kuvvet ve zafer kavramları üzerinde duralım.
Toplumsal manada kuvvet tek başına bir unsur değil; bir bileşkedir. Bu bileşkede akıl, adalet, cesaret, ahlak, çalışkanlık unsurları yer alır. Bu unsurlar birbiri ile etkileşerek kuvvet bileşkesini oluştururlar. Zafer ise mevcut kuvvetle bir disiplin içinde prensiplere uygun hareket tarzları sergileyerek, hedefe varılan yerde kararlı bir şekilde cesur bir yapı ile ayakta kalma halidir.
Sorumuzu bölerek devam edelim: 'Biz bugün kuvvetli bir millet miyiz?'
Toplumsal akıl açısından baktığımızda olumlu şeyler söyleyemeyeceğiz. Okumaktan, sanattan, sorgulamaktan, matematikten, bilimden fersah fersah uzaklaşarak siyasilerden medet umuyor; kurtuluşu, kalkınmayı onlardan bekliyoruz. Bağımsız bireyler olarak kendi bilgi ve görgümüzü artırma, aklımızı etkili ve özgür bir şekilde kullanma yerine 'kurtarıcı' hayaliyle dolaşıyoruz. Politika ile ilgilenenler siyasilerden, ki onların bir kısmının da yalan söylediklerini bile bile, medet umarken, kendilerini mütedeyyin grup olarak kabul edenler çoğu aklın ve bilimin gerçekleri ile alakası olmayan, dini bir sömürücü olarak kullanan tarikatlara, tarikat liderlerine iradelerini teslim ediyorlar. İkisi dışında kalan hiçbir amacı olmayan geniş halk kitleleri de var. Sonuç ortadadır; millet olarak matematik, Türk diline hakimiyet, kendimizi ifade etme, özgür sorgulama yapma, kitap okuma sahalarında gelişmiş ülkeler ölçeğinde çok gerilerdeyiz. Bir başka deyişle gerek bireysel gerek toplumsal aklımızı kapasitemiz doğrultusunda kullanmıyoruz…
Peki adalet sahasında nasılız? 83 milyonluk ülkemizin 100 binin üzerinde vatandaşı kayıtlı mahkumdur. Ülkemizde 20 milyonun üzerinde icraa dosyası bulunmaktadır. Ticarette çekler, senetler hükmünü, inandırıcılığını kaybetmiştir. Siyasiler dün söylediklerinin tersini bugün hiç hicap duymadan çok rahat bir şekilde söyleyebilmektedir. Sahte diplomalarla çok sayıda insan önemli makamlara gelebiliyor. 'Anayasa'yı bir kere çiğnemekle bir şey olmaz.', 'Benim memurum işini bilir.' şeklinde konuşan politikacıların zihniyetleri topluma hakim olurken hukuka olan güven azalmış, rüşvet ve adam kayırma olağanlaşmıştır. Yapılan anketlerin ortak sonucu ise ülke insanının adalet sistemine güvenmediği yönündedir…
Cesaretimizi sorgulayalım. Cesur da değiliz… Toplumun çoğu doğruları söylemekten korkuyor 'başıma bir iş gelir' diye… Ülkenin mizahçıları mizah programlarında sosyo-ekonomik çarpıklıkları, siyasilerin yetersizliklerini karikatürize etmekten çekiniyorlar. Çocuk müsameresi çapında gösteriler tv ekranları ve bazı tiyatro sahnelerinde boy gösteriyor. Toplumsal çarpıklılara sebep olanları hicv eden taşlamacılar yok artık. Yanlışı yapanları sanatsal düzeyde eleştiren ve kontrol eden sanatçı sayısı yok denecek kadar az. Hak ihlalleri, emek sömürüsü, kadın/çocuk ve sokak hayvanlarına yapılan zulümlere karşı da cesurca ve örgütsel çıkışlar yapamıyoruz. Toplumumuz ne yazık ki, 'Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın.' düsturu ile hareket ediyor. Gençliğimize baktığımızda çoğu gencimizin bir kahramanının, milli bağımsızlık sahasında ideallerinin olmadığını görüyoruz.
Ahlaki açıdan da iyi durumda değiliz. Şahsi menfaatlerimiz gereği çok kolay yalan söyleyebiliyoruz. Savunduğumuz siyasi partinin yanlışlarını görmeyip, hatta kapatıp karşı parti yanlış yaptığında avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz. Haksız rekabeti esas alan, karşıdakini hedefe ulaşmak için incitmeyi ve taciz etmeyi olağan gösteren, şahsi menfaatler için onur dahil her şeyden vazgeçmeyi sıradanlaştıran dizi, yarışma ve eğlence programları toplumun büyük kısmı tarafından ilgi görüyor. Ahlaka muhalif, en dikkat çeken yanlış davranışlardan biri olan dedikodu temalı magazin programları reyting rekorları kırıyor. Ahlaki değerlere sahip olan insanların ise 'Günümüz insanı ile alakası olmayan, nostaljik tipler oldukları yönünde' sosyo-kültürel ve evrensel akıl ile en küçük ilgisi olmayan bir kabul hakim toplumuzda. Yönetim mekanizmalarında liyakat kriteri yerine 'benim adamım' kriteri belirleyici oluyor. İşin ehli olmayan çok sayıda kişinin işlerin başında olduğu iktidarı/muhalefeti ile kabul edilen bir gerçek.
Çalışkan mıyız? Maalesef ona da olumlu bir cevap veremiyoruz. Birçoğumuz mesleğine yabancı, mesleği ile duygusal bağ kurmadan, mesleğinin uygulamanın psikolojik ve sosyolojik hazzını yaşamadan, sadece ücretini almak ve bir an önce kendini çalışma ortamının dışına atmak için çalışan; üreten değil, tüketen vatandaşlarız. Çalışmak/üretmek yerine keyif saatleri bizi daha çok mutlu ediyor. Sanayi ve tarım alanlarında ithalatın ihracatın önünde olması, ekonomik sahada dışarıya bağımlı olmamız da çalışma ve üretme süreçlerinde yetersiz olduğumuzun göstergesi. Yer altı, yer üstü kaynakları zengin, nüfusu ve yetişmiş insan gücü dikkat çeken bir ülkede yaşamamıza rağmen, ne yazık ki, kaynaklarımızı iyi kullanamıyoruz; araştırmıyoruz, çalışmıyoruz, üretmiyoruz… Gençlerimiz çalışma ve üretimin kutsal ışığı ile değil, kariyer planlaması sahte neonları ile yol alıyor. TV ekranları karşısında, sosyal medyada, eğlence mekanlarında geçirilen vakit laboratuar, tarla, kültür-sanat merkezleri, tabiat ve kütüphanede geçirilen vakitten çok daha fazla. İstatistikler de aksini göstermiyor.
Kuvvetin bileşenlerini toplumsal bazda değerlendirdiğimizde ne yazı ki kuvvetli bir toplum olduğumuzu söyleyemeyiz.
Bu nedenle de 'Muzaffer miyiz?' sorusuna da olumlu bir yanıt veremeyeceğiz. Kuvvetli olmadığımız için prensipler dahilinde ortak bir bilinçle hareket edemiyoruz. Bizi toplumsal başarıya götürecek olan unsurlarla barışık değiliz. Toplumsal hedef noktalarında buluşamıyoruz; cesur da değiliz.Tüketici kimliğimizin ön planda olması bizi mağluplar sınıfına götürüyor. Her yıl borçlanan; işçisi, köylüsü, memuru, emeklisi, esnafı, işadamı,
genci ekonomik olarak sıkıntıda olan, işsizlik oranı yüksek, okumayan, sorgulamayan, sanat/kültür ile küs, parası her geçen gün değer kaybeden, sanayi ve tarımda her geçen yıl dışarıya daha fazla bağımlı olan, emepryalizmin hedef tahtasında, siyasi ve toplumsal ahlaktan uzak bir ülkeyiz günümüzde. Ne yazık ki, kuvvetli ve muzaffer değiliz.
Ne yapacağız? Bu bir mukadderat mı?
Yapacak çok şeyimiz var; elbette mevcut halimiz bir mukadderat değil.
Öncelikle kendimizin, kapasitemizin farkında olacağız. Binlerce yıllık köklü geçmişimizin değerleri ile barışacağız. Mutluluğu tüketmekte değil, üretmekte arayacağız. Gerçek mutluluğun da gelecek kuşaklara güzel şeyler bırakma yolunda olduğunu hep beraber kabul edeceğiz. Cesaretimiz en az namussuzların cesareti kadar olacak… Değerlendirme kriterlerimiz evrensel ahlaki değerler ve milli çıkarlarımız doğrultusunda belirlenecek. Emeğin kutsallığına inanacağız; gerçek gücün ve zaferin çok uluslu şirketlerin para tuzaklarında değil; işçinin, köylünün alın terinde, bilim adamının deney tüpünde, esnafın ticari ahlakında, işadamı ve sanayicinin milli menfaatlerde buluşmasında yer aldığını bileceğiz. Her bir Türk vatandaşının aynı zamanda Türk ordusunun bir askeri olduğuna bilinci ile yaşayacağız, gençliğin ideallerini milli kalkınma ve insanlığa katkı menzillerine yönlendireceğiz. Kültür ve sanatın hayat damarlarımızdan biri olduğunu bileceğiz.
O zaman güçlü ve muzaffer bir millet oluruz; bir zamanlar olduğu gibi…