İnsanlar köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar. -Newton

Yalnızlığın yaşı yoktur. Hepimiz yaşamımızın belli dönemlerinde kendimizi yalnız hissetmişizdir. Gerçekte yalnız olmakla yalnızlık hissetmeyi birbirinden ayırmak gerekir. Yalnızlık, bir insanın kendisini dış dünyadan uzak, kopuk ve ayrı hissetmesidir. Yalnız olmak tek olmak ile aynı anılır. Eğer bu duyguya boşluk duygusu da eklenirse yalnızlık, arkadaş eksikliğinden, bir başkasıyla ilişki eksikliğinden daha öteye giden bir hal alır. Yalnızlıkla birlikte kendisini bir boşlukta hisseden kişi diğer insanlarla ilişki ve iletişim kuramaz, kuramadıkça yalnız kalır, bu döngü bu şekilde devam eder gider.
Hiç yaşlanmayacakmışız ya da hiç ölmeyecekmişiz gibi sürdürsek de hayatımızı bir bakıyorsunuz çocuklar büyümüş; bir bakıyorsunuz evlenmiş, evden kopuvermişler. Ve bir bakıyorsunuz, torunlar gelmiş... Siz ise, hastalıklarla, ağrılarla, uğraşıyor, gençlerin sizden giderek uzaklaştığını fark ediyor, biraz da fazlalık gibi görmeye başlıyorsunuz kendinizi... Ve gün geliyor, bir şekilde yalnızlığın karanlık kucağında çırpınmaktansa, bir huzurevinin yolunu tutmayı bile göze alabiliyorsunuz. Ama yaşlanmanın ve yalnızlığın son yolculuğa uzanan hikayesi bu sanki... Umarım hiç kimse yaşlanınca yalnız kalmaz; her zaman çevremizde bizi seven, saran insanlar olur. Çocuklarımız kopmaz bizlerden... Yine de bu büyük gerçeği vurgulayan öyküyü sizlerle paylaşmak istedim...

TAKSİ YOLCULUĞU
Yirmi yıl önce geçimimi taksicilik yaparak kazanıyordum. Bir keresinde, saat sabaha karşı 02.30'da bir yolcu alacaktım; adrese vardığımda, giriş katındaki bir pencerede görülen tek ışığın dışında bütün bina kapkaranlıktı. Bu şartlar altında, çoğu taksi şoförü bir iki sefer korna çalar, bir dakika bekler, sonra çeker giderdi. Fakat ben, ulaşım aracı olarak yalnızca taksi kullanabilen pek çok fakir insanla karşılaşmıştım. Eğer etrafta tehlike kokusu yoksa her zaman kapıya kadar giderdim. Bu yolcu belki de benim yardımıma ihtiyaç duyacak biridir, diye düşünürdüm kendi kendime.
Onun için gittim ve kapıyı çaldım, 'Bir dakika', diye yanıt verdi zayıf, yaşlıca bir ses. Yerde bir şeyin sürükleyerek çekildiğini duyabiliyordum.
Uzun bir aradan sonra kapı açıldı. Önümde 80'li yaşlarında, ufak tefek bir hanımefendi duruyordu. Sanki 1940'ların filmlerinden çıkmışçasına, emprime bir elbise giymişti ve başına da ön tarafına tül tutturulmuş yuvarlak bir şapka takmıştı. Yanında küçük, plastikten bir valiz vardı.
Daire sanki içinde yıllardır hiç yaşanmamış gibi görünüyordu. Bütün eşyalar çarşaflarla örtülüydü. Duvarlarda saat, süs eşyası ya da tezgahın üzerinde kap-kacak yoktu. Köşede içi fotoğraf ve cam bardaklarla doldurulmuş bir karton kutu duruyordu.
'Çantamı arabaya kadar taşır mıydınız?' dedi. Valizi arabaya götürdüm, sonra kadına yardım etmek üzere döndüm. Koluma girdi ve arabaya yürüdük. Nezaketimden ötürü teşekkür edip duruyordu. 'Bir şey değil', dedim ona ve ekledim:
'Ben anneme nasıl davranılmasını istiyorsam yolcularıma o şekilde davranmaya gayret ediyorum.'
'Ah, ne kadar iyi bir çocuksun sen' dedi. Arabaya bindiğimizde bana adresi verdi sonra, 'Şehrin içinden gitmemiz mümkün mü?' diye sordu.
'Orası kestirme değil' diye cevap verdim hemen. 'Benim için fark etmez' dedi. 'Acelem yok. Kimsesizler yurduna gidiyorum.'
Dikiz aynasından baktım. Gözleri parlıyordu. 'Ailemden kimse kalmadı' diye sözünü sürdürdü. 'Doktor çok fazla zamanımın kalmadığını söylüyor.'
Yavaşça uzanıp taksimetreyi kapattım.
'Hangi yoldan gitmemi arzu edersiniz?' diye sordum.
Ondan sonraki iki saat boyunca şehirde dolaştık. Bana bir zamanlar asansör işletmecisi olarak çalıştığı binayı gösterdi. Yeni evlendiklerinde, kocasıyla birlikte oturdukları mahallede gezindik. Arabayı, genç kızlığında dansa gittiği zamanlarda balo salonu olan mobilya ambarının önünde durdurmamı istedi.
Yolculuğumuz ilerlerken, bir binanın veya bir köşenin önünden geçtiğimiz sırada yavaşlamamı rica edip, gözlerini karanlığın içine dikerek hiçbir şey söylemeden öylece oturup bakıyordu.
Güneşin ilk ışıkları ufukta belirmeye başlamıştı ki birden 'Yoruldum gidelim artık' dedi. Sessizlik içinde bana vermiş olduğu adrese gittik. Sütunlu girişi olan alçak bir binaydı, hastaların gittiği sağlık evlerine benziyordu.
Araba durur durmaz, iki hademe çıkarak yanımıza geldi. Merak ve dikkatle kadının her hareketini izliyorlardı. Onu bekliyor olmalıydılar.
Bagajı açarak küçük valizini kapıya götürdüm. Kadın tekerlekli iskemleye oturtulmuştu bile.
'Borcum ne kadar?' diye sordu, çantasına uzanarak.
'Borcunuz yok' dedim.
'Geçiminizi sağlamanız gerek' diye cevap verdi.
'Başka yolcular var' dedim. Neredeyse hiç düşünmeden eğildim ve onu kucakladım. Bana sarıldı.
'Yaşlı bir kadına mutluluk yaşattınız' dedi. 'Teşekkür ederim.'
Elini sıktım, sonra loş sabah ışıklarının içine yürüdüm.
Arkamda bir kapı kapandı. Bir hayatın kapanış sesiydi bu.
O vardiyamda artık hiç müşteri almadım. Amaçsızca, düşüncelerimde kaybolmuş şekilde dolaştım. Günün geri kalan kısmında hemen hiç konuşamadım.
Ya o kadıncağız öfkeli bir şoföre ya da vardiyasını bitirmek için acele eden bir şoföre rast gelseydi?
Ya ben yolculuğu reddetseydim veya bir kere korna çalıp sonra da çekip gitseydim?
Şöyle bir yeniden gözden geçirdiğimde, aklıma hayatımda bundan daha önemli yaptığım bir şey gelmedi...
Hayatımızın önemli anların etrafında geliştiğini düşünürsünüz. Fakat önemli anlar bizi genellikle habersiz yakalar...
'İnsanlar ne yaptığınızı veya ne söylediğinizi tam olarak hatırlamayabilirler, fakat kendilerini nasıl hissettirdiğinizi daima hatırlarlar.'
15:26