Politik sahada son birkaç yılda gündemde olan bir söylem var; 'Ülkemiz 20 yıl öncesinde çok şeyden mahrum vaziyetteydi, iktidarımızla birlikte toplumsal refahımız büyük oranda artmıştır…' Biz bu şekilde konuşanlardan ve bu önermeye katılanlardan değiliz; elbette çağa uygun gelişmeler yaşanmış, halkın yararına çeşitli icraatlarda bulunulmuştur; ama ne yazık ki ülkemiz birçok alanda çok önemli birikim ve değerini kaybetmiş, ekonomik olarak zayıflamış, alım gücü düşmüş, borçlanma artmıştır. Kaybedilenlerden bir bölüme ayırdık sütunlarımızı.
Milli mücadele sonrasında büyük fedakarlıklarla kurulan Cumhuriyet, 'Ekonomik bağımsızlık olmadan tam bağımsızlık olamaz…' ilkesinden hareketle devlet yatırımlarına büyük önem vererek şeker, demir, taşkömürü, elektrik, kumaş, ayakkabı, aşı, kağıt, sigara, kağıt vb. alanlarda yerli/milli sanayiyi kurmayı başarmış; çay, fındık, incir, kuruüzüm, narenciye, tahıl gibi önemli tarım ürünlerinde ise ihracata yönelmişti. Amaç milli kaynaklarla üreterek ekonomik sahada da dışa bağımlılıktan kurtulmaktı. Sanayi, tarım, sağlık endüstrisi alanlarında milli bir hedefte kısa sürede dünyanın da dikkatini çekecek şekilde önemli mesafeler kaydedildi; ülkenin yedi ayrı bölgesinde bölgenin coğrafi şartlarına uygun olarak fabrikalar açılmaya başladı; bir taraftan yerli sanayi güçlenirken diğer taraftan sanayi kültürü kültürel yaşamı değiştirme, geliştirme yoluna girdi. Açılan şeker fabrikalarının sosyal tesislerinde sinema, tiyatro, jimnastik salonları, voleybol/futbol/basketbol sahaları, tenis kortları, yüzme havuzları ve dahası dikkat çekmeye başladı. Gelişen işçi sınıfının sosyo-kültürel hayatı da zenginleşiyordu.
Ekonomide stratejik planlamalar 1950'lerin başına kadar bu yöndeydi. Türkiye etini, sütünü, buğdayını, otomobilini, uçağını kendisi üretecek, dışarıya bağımlılık olabildiğince aşağılara çekilecekti; 'Yerli malı, yurdun malı; herkes onu kullanmalı' düsturu toplumsallaşmıştı… Ne yazık ki, Marshall Yardımı ile bu anlayış yara almaya başladı; sonrasında iktidar olan sağ partilerse Amerika'nın liberal ekonomik politikalarının Türkiye'deki işbirlikçisi ve uygulayıcısı rolünü üstlenirken; zamanla Türkiye'nin ekonomik alanda dışa bağımlı olmasının baş sorumlusu oldular. 'Devlet ekonomiden elini ayağını çekmeli, devletin fabrika açmak, üretim yapmakla ne işi olur?' söylemiyle kar eden kamu kurumları bile özelleştirilip siyasi yandaşlara peşkeş çekildi. Milli üretim devriminin çarkları kırıldı, bu sapkın anlayışla siyasiler ve yakınları zengin olurken; vatan haini politikacıların çanak yalayıcısı bazı medya mensupları da bu işin kalemşörlüğünü yaptılar. Ekonomi, tarih, sosyoloji, jeopolitika bakış açılarından mahrum; taşra tüccarı mantığıyla hareket eden bu zavallı grup tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. Devlet, emperyalizmin jeopolitik çıkarları gereği ekonomiden elini ayağını çekmiş; necip Türk Milleti kürsel firmaların tekelci gruplarına mahkum edilmiştir; enerjisini, aşını, giyeceğini, yiyeceğini, günlük tüketim mallarını devletin ve yerli sermayenin üretim merkezlerinden alamayan Türk tüketici uluslar arası şirketlerin ürün ve fiyat hapishanelerine alındı.

Kağıt sektöründe de durum farklı değil; Seka'yı da kapattılar, benzer gerekçelerle. Kalabalık ve genç bir nüfusa sahip olan ülkemiz artık kağıt ithalatçısı bir ülke konumunda. Milyonlarca öğrencisi olan Türkiye gazete, dergi, defter, kitap vb. diğer kağıt ürünlerini üretebilmek için hammaddeyi/kağıdı ithal etmek zorunda. Bu bir mahkumiyettir, tam manasıyla bağımlılıktır. Neoliberal şakşakçıların, liboş kalemlerin dillerinden düşürmedikleri 'Devlet ekonomiden elini eteğini çeksin, küresel firmalar piyasaya hakim olsun' önermesinin ülkemizi getirdiği durum budur. Bir de dövize endekslenme realitesi konuya eklenince Türkiye için kağıt ve kağıt ürünleri sektörü bir kabus sektördür. Seka'yı kapattınız, ülkeyi ithal kağıda mahkum ettiniz. KİT'ler devam etseydi; zarar olmaz ya da daha az olur; ama yabancı hammadde bağımlı olmazdık…
Ege, Akdeniz ve Çukurova'da da pamuğu bitirdiler. Pamuktan para kazanan köylüler o günleri hasretle anıyor; ülke topraklarında yetişen pamuğun işlendiği tekstil fabrikaları yandaşlara peşkeş çekilirken işsiz kalan binlerce emekçi perişan vaziyette. Bir zamanlar çok kaliteli yerli kumaştan yapılan kıyafetlerle gezen Türk halkı kanserojen, kalitesiz ithal kıyafetlerden oluşan hapishanelerin içinde gün geçiriyor. Kritik noktalarda yer alan, ekonomiyi ucuz fiyatlardan müteşekkil sanan bir grup emperyalizm uşağı politikacı yüzünden milli tekstil sektörü de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya; bu uşakların yandaş tekstil ithalatçıları ise zenginliklerine zenginlik katıyor. Kaybeden milli ekonomi, kadim Türk halkı; kazanan emperyalizm ve uşaklarıdır.
Liste daha da uzatılabilir. Son 20 yılda özelleştirme kasırgasına tutulan cennet vatanımızda birçok kamu kuruluşu özelleştirmeden nasibini aldı. Kendilerinden önce hiçbir şey yapılmadığını iddia eden AKP'nin hızlı özelleştirme politikaları sonucu şu an devlete ait ya da devletin ortak olduğu yalnız 71 kurum ayakta. 1995'te Türkiye'de kamu işletmelerinin sayısı 278'ken özelleştirmelerle birlikte 2000'li yılların başında bu sayı 240'a, AKP döneminde ise devlete ait ya da devletin ortak olduğu yalnız 71'e çekildi. Son 20 yılda dış borç 120 milyar dolardan 580 milyar dolarlara çıktı. Türkiye ithalatçı bir ülke konumunda ne yazık ki. İhracat ürünlerinin %66'sı ise ithal edilen hammaddelerden yapılıyor.
20 yıl öncenin Türkiyesi'nde ekonomide milli ağırlık daha fazlaydı; kendi kaynaklarımızla üretiyor; devlet, yerli sermaye ve halk kazanıyordu. Son 20 yılda bir avuç politikacı, yandaşlar ve küresel firmalar kazanıyor. Ekonomik kalkınma adına Cumhuriyetin değerleri peş peşe satıldı; ama ekonomin çok daha kötüye gidiyor, dış borcun ve cari açık, işsizlik artıyor…
Niye mi? Çünkü son 20 yıla kadar Türkiye'de satışlar hiç bu kadar 'babalar gibi olmamıştı…'
Şimdi siz karar verin; 20 yıl öncesi mi; şimdi mi?