“Ebû Mahzûre Mekke’nin fethedildiği yıl Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Ci‘râne’de karşılaştıktan sonra Müslüman oldu. O sırada Rasul-i Ekrem Tâif Muhasarası’ndan Ci‘râne’ye dönüyordu. Namaz vakti gelince müezzin ezan okumaya başladı. Rasulullah’a karşı büyük bir kin ve düşmanlık besleyen Ebû Mahzûre ile Kureyşli on genç ezan sesini işitince bir yere gizlendiler ve alaylı bir şekilde müezzini taklit ederek yüksek sesle ezan okudular. İçlerinden birinin güzel sesli olduğunu farkeden Hz. Peygamber onları yanına çağırttı ve kendilerine birer birer ezan okuttu. En son okuyan Ebû Mahzûre’nin sesini çok beğenerek ona ezanı öğretti; daha sonra namaz vakti gelince elini başına koyup alnını okşadı ve ezan okumasını emretti. Ebû Mahzûre bu emri isteksiz bir şekilde yerine getirdikten sonra Hz. Peygamber ona bir miktar gümüş para verdi ve kendisine dua etti. Gönlü İslâmiyete ısınan Ebû Mahzûre orada Müslüman oldu ve Hz. Peygamber’den kendisini Mekke’deki Harem-i Şerif’e müezzin yapmasını istedi. Hz. Peygamber onun bu isteğini kabul etti. Ebû Mahzûre, Rasul-i Ekrem’in Mekke’den ayrılmasına kadar Kâbe’de Bilâl-i Habeşî ile birlikte ezan okudu. Rasulullah’ın okşadığı alnına düşen saçları hiç kestirmedi” (DİA, ‘Ebû Mahzûre’).

Toplumun en küçük birimi olan aile, pek çok dinî ve manevî  değerin de öğrenildiği ve geliştirildiği yerdir. İslam çocuk eğitimine büyük önem verir. Bu eğitimi bazen sözlü olduğu gibi bazen de hal diliyle verir.  Bunu yaparken de çocukları incitip kırmadan dinimizi sevdiren bir metodla yol alınmasını teşvik eder. Rasulullah (s.a.v.)’ın Ebû Mahzûre örneğinde de bunu görmekteyiz. Ezan ile dalga geçen bu gence tepki gösterip dine olan mesafesini daha fazla arttıracak bir harekette bulunabilecekken, Allah Rasulü tam tersi bir yol izlemiş ve onun kalbinin İslam ile şereflenmesine vesile olmuştur. Hatta Ebû Mahzûre o kadar etkilenmiştir ki, Kâbe’nin müezzinlerinden olmuştur.

Hz. Peygamber “Her doğan fıtrat üzere doğar; ama anne ve babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar” (Buhâri, Tefsîr, (Rûm) 2; Müslim, Kader, 22) hadisinde insanların iyilik ve doğrulukta bulunmaya elverişli yaratıldığına ve insanın dinî eğitiminde, dinî duygu ve düşüncelerinin gelişiminde, kısaca dinî değerlerin aktarılmasında en önemli faktörün aile olduğuna dikkat çekmektedir. Zira yapılan araştırmalar insanoğlunun doğum ile birlikte öğrenme serüveninin başladığını ve ömrünün öğrenmeye en müsait yıllarının aile yanında geçmesi sebebiyle kişilik gelişiminde ailenin en önemli merci olduğunu söylemektedir, atalarımızın “Ağaç yaşken eğilir” sözü de bu düşünceyi desteklemektedir.

Ömer Seyfettin’in “İlk Namaz” isimli öyküsünde çocuklara ibadetleri öğretirken nasıl müşfik bir üsluba sahip olunmasının gerekliliği şöyle anlatılır:

“Annem, bir öpücük gibi alnımı okşayan nazik parmaklarıyla saçlarımı tarayarak, ‘Haydi Ömerciğim kalk’ demişti. ‘Kalk haydi yavrucuğum…’ ve sonrasında koltuklarımdan tutup içi fanileli terliklerimi giydirerek beni sabah namazı için abdest alacağım odaya getirmişti. Anneciğim abdest alırken yorulmayayım diye altıma iskemleyi koyup ılık suyu ellerime dökerken ‘Yüzünü, kollarını, yine üç defa’ fısıltılarıyla bana yol gösteriyordu. Abdest bitince yavaş bir sesle akşamdan çalıştığımız namaz dualarını tekrarladık. Annem seccadelerimizi serip başına yeşil örtüsünü aldı, ‘Gel’ dedi. ‘Önce iki rekât sünnet, gece öğrendiklerini unutmadın ya!’ O iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak kadın gibi alınca ben de öyle yapmıştım. Sünneti bitirdikten sonra, ‘Yavrum sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin’ diyerek beni tebessümle uyardı. ‘İşte böyle’ diyerek gösterdi. Namaz bitince bana nasıl dua edeceğimi de öğretti. Birlikte dua ettik.”

İki örnekte de gördüğümüz gibi çocuklarımızın gönül dünyasında izler bırakmak ve dinî eğitimlerine katkıda bulunmak ancak muhabbetle mümkündür. Büyüklerimiz asırlardır bu geleneği böyle sürdürmüş ve atmış oldukları tohumlarla nesillerini âbâd etmişlerdir.

Tuba Kevser ŞAHİN

Vaiz