Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de etkisini gösteren, can almaya devam eden koranavirüs bulaşıcı hastalığı bir kere daha insanlığa gösterdi ki insanlar için yol gösterici ilimdir/fendir ve de devletler sosyal devlet olmak zorundadır.
Hemen hemen her gün yaklaşık olarak 340 vatandaşımızı kaybediyor, 50 bin civarında vatandaşımız da koranaya yakalanıyor. Aşı üretme merkezimiz kapatıldığı için de bir çok alanda olduğu gibi aşıda da yurt dışına bağımlıyız. Rusya, Çin ve Almanya'da üretilen koranavirüs aşılarının ülkemize intikal etmesini bekliyoruz ki, ülke olarak aşılanalım; ölümler ve hastalık dursun. Aşının ülkemize intikali hakkında verilen bilgiler de tutarsız ve bugünlerde elimiz kolumuz beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.
Bu kriz günlerinde doğal olarak sorgulamadan geçemiyoruz. Yakın geçmişte Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak kendi aşımızı üretiyor, dışarıdan gelecek aşıları beklemiyorduk; hatta yurt dışına aşı da gönderiyorduk. Peki, aşı üretme merkezimiz niçin kapatıldı, niçin aşı konusunda da dışarıya bağımlı hale getirildik? Sorularımızı cevaplamadan önce sağlık hizmetleri tarihimize bir yolculuk yapalım.
Atatürk, silah arkadaşları ile kurtuluş savaşını kazandıktan sonra asıl savaşının yeni başladığını, bu savaşın da cehalet ile yapılacak olan savaş olduğunu söylemişti. Cumhuriyet kadroları bir çok sahada olduğu gibi sağlık alanında da rasyonel çalışmalara başlamış, girişimlerin temeline akıl/bilgi ve bilimi koymuş; toplumun cahil kalmasının nelere sebep olduğunu da çok iyi analiz etmişlerdi… Bunun için de bu kadrolar Genelkurmay ve Başbakanlık binası yapılmadan Hıfzıssıhha Kurumu'nun inşaatına başlayarak sağlığa verdikleri önemi tüm dünyaya duyurmuşlardı.
Ülkemiz insanının sağlık durumu çok kötüydü. Yıllarca süren savaşlar, salgın hastalıklar, kirlilik, açlık, yoksulluk temel belirleyicilerdi. Kurtuluş Savaşı'na katılan askerlerimizin %40'ı sıtmalı, yaklaşık 12 milyonluk nüfusumuzun dörtte biri trahomlu, çok sayıda veremli ve frengili yurttaşımız vardı. Akıllı ve özverili çalışmalar neticesinde 1940'lı yıllara gelindiğinde genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu hastalıkları denetim altına almayı başarmış, hasta sayısını da azaltmıştı.
Peki bu mucize nasıl gerçekleşti?
17 Mayıs 1928'de çıkan bir yasa ile Umumi Hıfzızsıhha Kurumu (Genel Sağlık Kurumu) kuruldu. Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşı Dr. Refik Saydamı'nın başkanı olduğu kurum; 'Bulaşıcı hastalıklarla ilgili aşı ve serum olmak üzere, sektörde ihtiyaç duyulacak olan tüm biyolojik ve kimyasalları üretme; genel halk sağlığını yakından ilgilendiren tüm mikrobiyolojik, serolojik, parazitolojik, hematolojik, toksikolojik, kimyasal ve fiziksel muayene, analiz incelemeleri yapma; halk sağlığını tehdit eden hastalıkların tedavisi için sürekli çalışma ve çözüm bulma; devlete yardımcı olacak olan hükümet doktoru, sağlık müdürleri ve diğer sağlık personelini yetiştirme, mevcut personelin gelişimini sağlama' amacı yönünde başarılı çalışmalara imza attı.
Özellikle koruyucu hekimliğe büyük önem veren Dr. Refik Saydam, sağlığın bir devlet politikası olmasını arzuluyor, iktidarların temel görevlerinden birinin de hastaların tedavi edilmesi olduğuna vurgu yapıyordu.
Bu anlayışla Cumhuriyetin bu genç kurumu etkili-verimli-bilimsel çalışmalarda bulundu; bu çalışmalardan bir grubunu şu şekilde sıralayabiliriz:
'1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG aşısı üretimine başlandı. 1932 yılında serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, serum ithalatı durduruldu. 1933 yılında Semple metodu ile kuduz aşısı üretimi ele alındı. 1934 yılında çiçek aşısı üretimi, ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye geldi. 1935 yılında farmakoloji şubesi kurularak, yerli ve yabancı ilaçların diğer hayati maddelerin denetimine geçildi. 1936'da hıfzıssıhha okulu açıldı. 1937'de kuduz serumu üretildi. Toplamda 17 farklı tip aşı üretilip, 35 farklı formül yapıldı.' Bu çalışmalar genç Cumhuriyeti sağlık sektöründe de dışa bağımlılıktan kurtarıyordu. Kısa sürede de kurumda üretilen aşı ve serumlar yurt dışına gönderilmeye başlandı.' Sağlık sektöründeki bu ihracat genç Cumhuriyetin dünyada saygınlığını artırdı.
Türk insanı savaş cephelerinde gösterdiği başarıyı üretimden sağlığa her alanda gösteriyor; Türk gençlerinin de uygarlığa büyük katkılar yağacağını kanıtlıyordu. Bir çok alanda kendi kendine yeten genç, güçlü, idealist ve üretken bir Türkiye vardı.
Sonra ne oldu?
Şaşırmamak lazım; özgür, kendine yeten ve üreten Türkiye'den emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri rahatsız olmaya başladılar. Onlara göre Türkiye özgür ve üretken değil, üretmeyen, bağımlı, tüketen bir ülke olmalıydı.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünya genelinde 'Küreselleşme' adı altında emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden neoliberal bir anlayış Türkiye siyasetine de egemen oldu. Birer bağımsızlık kaleleri olan Cumhuriyet dönemi kurumları, 'dünya değişiyor, bu kurumlar ömürlerini tamamladılar' yutturmacasıyla özellikle sağ tandanslı hükümetler tarafından emperyal yönlendirmelerle yıkılmaya başladı. Bütün dünyada dikkat çeken, yüz binlerce hastaya hizmet veren Dr. Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü' de 2011 yılında AKP hükümeti tarafından kapatıldı. Emperyalizm amacına ulaştı; Türkiye bir çok alanda olduğu gibi sağlık alanında da dışarıya bağımlı hale getirildi.
Bugün ise ne yazık ki, Hıfzısıhha Enstitüsü gibi bir kurumumuz olmadığı için dört gözle dışarıdan gelecek aşıları bekliyoruz. Umuyoruz ki; yurttaşlarımız ölmesin, hastalanmasın. Hastalık ve ölümler kadar acı olan bir gerçek daha var; küresel ilaç firmalarının ve uluslar arası politikaların tahakkümü altındayız şu an… Hıfzıssıha'yı çok özlüyoruz; hem de çok…
Neoliberaller, işbirlikçiler Cumhuriyetin kurumları henüz miadını doldurmamış değil mi? Bakın bir salgında ne hale geldik? Avrupa, nüfusunun yarısından çoğunu aşıladı; biz daha %15'lere ulaşamadık. En kötüsü de dışarıya bağımlıyız, mahkumuz. Parlak takım elbiseleriniz, dolgun banka hesaplarınız, emperyal ağalarınıza yaptığınız marabalıkla işbirliği içinde olduğunuz siyasiler ile devlet yönetimi olmuyor; devlet şirket gibi de yönetilemiyor, avazınız çıktığı kadar hep beraber Cumhuriyetin kurumlarına bağırıyordunuz (milli sermaye ve üretimden yana olan siyasi ve iş insanlarını tenzih ederim)… Gerçek sizin dediğiniz gibi değilmiş, değil m?
Devlet halkın çocuklarıyla, iktidarın ve muhalefetin milli çıkarlar çatısında buluşmasıyla, aklı/bilimi rehber edinerek, üretme potansiyeli yüksek gençlere fırsat sağlanarak, parayı halkın menfaati için dağıtarak; tarım, sanayi, sağlık, turizm, bilimi sanat, eğitim, spor, hukuk vb. her alanda topyekün yılmadan çalışarak, her alanda tam bağımsızlık ilkesini kabul ederek, çağdaş medeniyetin üzerine çıkma hedefi konularak halk için, tam bağımsızlık ilkesi ile yönetilir.
İşte o zaman koranadan canlar yitmez, yurttaşlar hastalanmaz; dünya insanına da faydamız olur. Ahhh, keşke şu kar ve menfaat putlarınızı bir yıkabilseniz…