Sosyal çevremizde gördüklerimizin, tanıdıklarımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın seçimini nasıl yaptık, nasıl yapıyoruz değerlendirdik mi hiç?
Gerekli şeylerle gereği kadar ilgilendik, diyebiliyor muyuz?
Bizim umursamadıklarımız, başkasını rahatsız ediyor mu?
Bunu düşündük mü hiç!
Kayıtsız, ilgisiz olduğumuz o kadar çok konu var ki.
Önem verip üstünde durmadığımız, aldırış etmediğimiz o kadar çok şey var ki.
Farkı görmediğimiz, farkını bilemediğimiz o kadar çok şey var ki.
Kayıtsızlık hem yaratıcılığın hem de insanlığın düşmanıdır.
Bazen en ağır öfke nöbetleri bile olumlu bir dışa vuruma dönüşürken kayıtsızlık, tehlikeli bir eylemsizliği içerir.
İnsanların acısı karşısında kayıtsız kaldık.
Kendimizce mutlu yaşadığımız zamanlarda kimi sevdiklerimizin varlığı ya da yokluğu bizi pek ilgilendirmedi.
En küçük ilgiyle güleceklerini çok iyi bildiklerimizi görmezden geldik.
En küçük ilgisizlikle bizden çok uzaklaşacaklarını bildiklerimizi de görmezden geldik.
Başkaları ile ilgileniversek onların da bizim de daha çok mutlu olacaklarını ihmal edip başkalarının bizimle ilgilenmesini bekledik.
Bir şeyle ne gereği gibi ilgilendik ne gereği gibi ilgilenenlere ilgi duyduk.
Geleceğimizle de gerekli şekilde ilgilenmeyip üzüntülerimize yeni üzüntülerin katılmasına mani olamadık.
İlgilerimizin çoğu, maalesef, kendimizden çok etrafımızdaki gereksizliklerdi.
Kendimizi ilgilendiren hususlardan bizi alıkoyanları bilemedik bir türlü.
Fani dünyada kasıtlı kasıtsız terk ettiklerimiz var. Farkına varmadıklarımız, varamadıklarımız var. Kayıtsız kaldığımız, ihmal ettiğimiz, boş bulunduğumuz, aldandığımız, araştırıp soruşturmadıklarımız var. Var da var işte.
Tuhaf bir kayıtsızlık var aslıda.
İnsanla ilgili olan hiçbir şeye kayıtsız kalmamak gerekiyor aslında.
Konu ile ilgili aşağıdaki kıssa kastımızı daha iyi özetliyor aslında:
'Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayal eder, günün birinde 'Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?' diye derin derin düşünmeye başlar.
Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi'ye gönderir. 'Sen ilahî sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları'nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?' şeklinde mektubunu gönderir. Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısadır: Neme lazım be Sultanım!
Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir anlam veremez. Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: 'Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?'
Kalkar, Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar.
- Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!
- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.
- İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece 'Neme lazım be Sultanım!' demişsiniz. Sanki 'Beni böyle işlere karıştırma.' der gibi bir anlam çıkarıyorum.
- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de 'Neme lazım' deyip uzaklaşsalar sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese. Bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese. İşte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir.
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir alime memleketinin sahip olduğu için Allah'a şükreder. Yahya Efendi'ye ise bu tür tenbihlerini mutlaka söylemesi gerektiğini anlatır.
(İlgili mektup, Topkapı Sarayı'nda sergilenmektedir.)