Kendimizle baş başa kalınca, kendimizi şöyle bir yoklayınca; yaşanan günleri geçmişle mukayese edip geleceğe şöyle bir bakınca içimizde neler var neler.
Söylesek de söylenmesek de, saklasak da saklamasak da, belli etmeye çekinsek de çekinmesek de içimizi yer ha yer bunlar.

Neler mi bunlar, nasıl mı oluyor bunlar; bizdeki sizdekine nasıl da benziyor bakalım hele şöyle bir:
Hiçbir beklentimiz yoktur hayattan; hırsımız, kızgınlığımız, hayalimiz, idealimiz hiçbir şeyimiz yoktur o zaman. O zaman duyan gönül, gören göz, düşünen kafa da yoktur. Kırgınlığımızın, ezilmişliğimizin, horlanmışlığımızın hesabı hiç yoktur gözümüzde. İçimizdeki kinin, kızgınlığın, umutsuzluğun, intikam hırsının; hiçbirinin ama hiçbirinin anlamı yoktur o zaman.

Nasıl oluyorsak, niçin oluyorsak ŞeyhülislamYahya(1552-1643)'nın dediği gibi oluveriyoruz işte:
Cihanda aşık-i mehcûr sanma rahat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikayet olur.
Söylesek bir türlü, sussak bir türlü işte... İşte; durum bu, özetle…
Söyleyeceklerimiz derdimize deva belki ama söylemediklerimiz, söyleyemeyeceklerimiz de bazen çarelerin en güzeli …
Derdimiz derman bazen belki ama derman diye sarıldıklarımız çoğu kere dert üstüne dert…
Hepimiz ayrı ayrı akıp giden hayatımızın umutları ve umutsuzlukları arasında gidip geliyoruz. İyi günlerimiz; kötü, sıkıcı anlarımız var. Bu anlarımıza yüklediğimiz gerçek ya da sanal anlamlarımız var. Bu anlamlara bağlı sıkışan, daralan vakitlerimiz var.
Karamsarlaşan ruhumuzun bedene açtığı onulmaz yaralarımız var. Bu yaralara, bu olumsuzluklara bağlı olarak omuzlarımıza yüklenen yükler, arttıkça artan sorumluluklarımız var.

Çektiğimiz acı, karşı koyamadığımız güçlük, zorluk, bilemeden kendimizi kaptırdığımız ağlayışlarımız, gülüşlerimiz, boş vermişliklerimiz var.

Sahneye çıkışlarımız ama nedense kendimizi gizlemek isteyişlerimiz var. Gerçekle karşılaştığımızda hemen dağılıveren buzdağımız(!) var. Çok iyi bildiğimiz gerçekleri bir türlü başka birine söyleyemediğimiz susuşlarımız var. Sebebini bilemediğimiz korkularımız, kaygılarımız, endişelerimiz var. Gittikçe yoğunluğunu arttıran olumsuzluklara teslimiyetimiz var. Çabalarımızın azalışına, gayretimizin heba oluşuna bağlı tükenmişliklerimiz var.
Hayatımızın içine sinmiş; nasılsa, niyeyse, nedense olağan karşıladığımız sıra dışılıklarımız var. Sınırlarımızı zorlayan alışkanlıklarımız, yaşanmışlıklarımız var.

Huysuzluklarımız, sıradan sebeplerle ortaya çıkan tartışmalarımız var. Olur olmaz karanlık düşüncelerimiz var. Olanları kabulleniş, küllenen acılara bile bile katlanış var. Sakin ve huzurlu bir ortamdan bile bile kaçış var. Duvarların, köprülerin birer birer yıkıldığını görüp de ses çıkaramayış var.İyiyi unutup hemen her şeyi kötü yanından görmeye alışmak var. Teferruata dalıp bütünü görememek; ayrıntılara takılıp kalmak var.

Can sıkıcı duygularla yaşamaya alışıvermek var. Saçma sapan takıntıları hemencecik kabul edivermek var. Bitmeyen üzüntü var. Karanlık düşüncelerden kurtulamayış var. Tedirginlik var. Huzursuzluk var. Yerli yersiz bağırış çağırış var.

İnanmamak ama inanmış gibi yapmayı becermiş olmak var. Tuhaf bir kayıtsızlık var. Halde yaşananları uzak bir geçmişte görebilmek var.

Eh, ne dersek diyelim işin aslında gönül darlığı var, gönül yarası var. Var olmasına var hem de çok var…
Konuyu 16.yy divan şairi Nev'î'nin dediği ile özetleyelim şöyle. Özetleyelim ve soralım şimdi: Sizinki(ler) de böyle mi?
'Bela dildendir, ol dildar elinden dadımız yoktur
Gönüldendir şikayet, kimseden feryadımız yoktur' (Bela gönlümüzden geliyor yoksa o sevgiliden zerrece bir şikayetimiz yoktur. Bizim şikayetimiz gönlümüzdendir, başka kimseden şikayetçi değiliz.)