Özcan Türkmen

Dilimizde genelde 'Birini sevindirmek, mutlu etmek, onurlandırmak, kutlamak için veya hatıra, sevgi, saygı ifadesi olarak verilen şey, armağan.' olarak kullanılır 'hediye'.
Hediyeleşmek, karşılıklı hediye alıp vermek, kültürümüzün esasında var.
Hediye, hediye edilmez bizde. Hediyenin maddi değerinden çok manevi yönü önemlidir. Bu yönüyle ata yadigarı dediğimiz evlerimizdeki bazı hediyelerimiz, torundan toruna geçecek inşallah.
Özellikle kundakta olan çocukların kendi evleri dışında herhangi bir eve gitmelerinde çocuğa küçük hediye verilir bu hediyeye de (özellikle bizim bölgede) 'sıçannama' denirdi.
Eskiden zenginliklerin iftira çağırdığı fakirlere verdikleri hediye, harçlık da 'diş kirası' olarak değerlendirilirdi.
Düğünde şimdilerde davetiye dediğimiz okuntu (bez, basma, havlu, mendil vb.), hediyeydi bir zaman. Okuntu karşılığı özellikle aile yakınlarından gelen hediyeler, gelin odasının vaz geçilmeziydi.
Sevgiliden sevgiliye yadigar olarak verilen hediye; kimiz zaman bir cep aynası, kimi zaman işlenmiş oyalanmış bir mendil, kimi zaman mektup içinde gizlenmiş bir saç teliydi. Bu hususta Karac'oğlan'ın aşağıdaki dörtlüğü, gençliğimizden bu yana derinden etkiler bizi: Siyah zülüflerin eylersin perde / Beni sen uğrattın bin türlü derde / Ben kendi halımda gezdiğim yerde / Çağırıp bergüzar vermeyeyidin
Kültürümüzde sevdiğimize ayna hediye etmek, 'Sana senden güzelini ver(e)mem ki' demekti.
En az vermeyi bilmek kadar hediyeyi almak da önemli. Hediye, verenin aklını da ortaya koyuyor bir anlamda. Tüketim kültürüne esir olmama kaydıyla hediye vermek, en az hediye almak kadar mühim.
Evet; evet, şimdi şöyle bir yoklayalım bakalım: 'Son hediyeyi kimden aldığımızı hatırlayabiliyor muyuz?', 'Kimde hediyemiz var; kimlere hediye verdik?', 'Verdiğimiz / aldığımız hediyenin maddi değeri, bizim için çok önemli bir ölçü müdür?' Bahse konu diğer soruları kendimiz, kendimize sessiz soralım artık.
Konuyu biraz daha netleştirmek, sorularımıza açıklık getirmek bakımından aşağıdaki kıssayı da hatırlayıverelim hele bir:
'Derviş, bir kucak elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rast gelmiş bozkır sıcağında. Yorgunluktan al almış kızın yanakları. 'Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?' diye sormuş. Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız ve 'Sevdiğim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum.' demiş. 'Kaç tane?' diye soruvermiş derviş. Kız şaşkın; 'İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?' demiş. Derviş de usulca kırmış elindeki teşbihi…'
Tespihimizi kıramazsak da amaca ulaşmak için birini tatlı sözlerle veya çeşitli hediyelerle bir süre için kandırmak, oyalamak, kandırmak; umut verip ikna ederek işimizi yaptırmak için birinin/birilerinin ağzına bazen bir parmak bal çaldığımız anlarımız çoktur.
Çam sakızı çoban armağanı misali de olsa hediyelerimize verirken de alırken de ayrı bir kıymet vermeliyiz.
İşin aslının 'Yarım elma gönül alma'da saklı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır elbette.
Yemen'e giden kahve götürmez.', 'Yoldan gelenin heybesine bakılır.', 'An beni bir koz ile o da çürük çıksın.', 'Hediyeli misafir başköşeye oturur.' atasözlerimize bir kere daha, bir kere daha bakmakta elbette çok fayda var.
'Dadak çalmak', 'Elim verimi yüzün sevimi.' deyimlerimiz de hediye kültürümüz adına çok şey söylüyor aslında. Bunların gereğini, gerektiği yer ve zamanda değerlendirmekte çok fayda var.
Her ne olursa olsun herkes her şeyin değerini her zaman gereği gibi bilemediğinden ilişkilerde, özellikle, hediyeleşmede bu işe çok dikkat edilmeli; iş, 'Ayıya gül vermişler de çekmiş kıçını silmiş' hesabına döndürülmemelidir.
Hani demişler ya 'Yusuf'a ayna götüren, hediyesinden utanmaz.' işte öyle bir şey işte.
Evet; evet aklımızdan hiç çıkarmayacağız elbette: 'En kıymetli hediye zamandır. Kime hediye ettiğimize dikkat edeceğiz.'
Hediye dendiğinde anlatamadan geçemeyeceğim bir kıssa da şöyle: 'Zamanın İran Şahı, kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor Yavuz Sultan Selim'e. Sandık açılıyor. İçinden çeşit değerli taslar; kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Aynı anda pis bir koku yayılıyor etrafa. Kokudan herkes burnunu tıkıyor. Sandık açılmaya devam ediyor bir yandan da. En alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyor. Bu, Osmanlıya çok büyük bir hakaret elbette... Cihan padişahı, 'Herkes düşünsün; buna ince bir şekilde cevap vermeliyiz' diye emir veriyor. Çözümü Yavuz buluyor yine. Aynı şekilde değerli mücevherlerle, kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine o zamanın İstanbul'unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı... Sandık gönderiliyor. Şah, sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor. Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor: 'Herkes yediğinden ikram eder.''