Ölüm üstüne yazılan, söylenen, konuşulan, düşünülen her şey eksik ya da her şey fazla. Her şey, birbirinin tamamlayıcısı ya da her şey birbirinin açıklayıcısı…
Ölüm gerçek, sadece ölümün kendi gerçek ve sadece ölümün kendi 'tam'...
Duyduğunuzu hisseder gibiyim ama tekrar edeyim bir kere daha:
'Hayat, ölüme sormuş: 'İnsanlar beni çok severken neden senden nefret ediyorlar?'
Ölüm de demiş ki 'Sen tatlı ve güzel bir yalansın bense acı bir gerçeğim.''
Acı gerçeğe biraz daha yaklaşalım bakalım şöyle.
Nerde ne zaman doğduğumuzun kararı bizde olmadığı gibi bu hayattan ayrılışın yeri ve zamanı kararı da bizde değil. Bunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Hayat fırtınası biz nereye atarsa orda yaşanacak bir yer bulmaya çalışıp çabalıyoruz. Bu uğurdaki azim ve kararlılığımız, mücadele gücümüze göre artıyor ya da azalıyor.
Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir an oluyor. Yaşadıkça ömür sermayemizden kaybımız artıyor.
Yaşamak, mutlu yaşamak, doya doya yaşamak yılların çokluğuna mı bizim gücümüze mi bağlı karar veremiyoruz bir türlü. Tam da kara vermek üzereyken, hatta kararımızı belki vermişken ömür bitiveriyor bir gün.
Dünyayı bize bırakıp gidenler gibi biz de başkalarına bırakıp gideceğiz bir gün. Bir gün gelecek bu doymadığımız, doyamadığımız, doyamayacağımız bu hayat bitecek. Bir gün, hayatımız nerede biterse orada tamamlanmış olacağız biz de. Ölmek için doğmadık mı zaten…
Geriye kalanlarımız varsa/olursa onları, geride bıraktıklarımız değerlendirecek elbette.
Elbette bu konuda esas olan ölüme hazır olabilmek...
Ölüme hazırlıkta beni en çık etkileyen kıssayı bir kere daha hatırlayalım şimdi:
'Hz. Ebubekir, sohbette kendine mezar hazırladığını söylediğinde Peygamberimiz, 'Kendini mezara hazırladın mı?' der.'
Evet, esas olanelbette ölüme hazır olmak… Evet, hal ve şart ne olursa olsun ölümden kaçış yok.
Malum kıssayı duymuşsunuzdur:
'Saf bir adam, koşa koşa Hazret-i Süleyman'ın sarayına gelir. Yüzü sararmıştır.
Hazret-i Süleyman, sorar: 'Efendi ne oldu?' Adam cevap verir: 'Âdil hükümdar. Bugün Azrail bana öyle hışımla baktı. Rüzgara emret; beni alıp Hindistan'a götürsün; oraya gidersem belki canımı alamaz.'
Hazret-i Süleyman, rüzgara emreder. Rüzgar, hemen adamı alıp Hindistan'a götürür. Sonra da Azrail'e sorar: 'O zavallı adama ne sebeple hışımla baktın? Bana anlat.'
Azrail, 'Ey Allah'ın elçisi' der. 'Ben ona hışımla bakmadım. Onu yol uğrağında görünce şaşırdım. Çünkü Allah, bana 'Bugün git, onun canını Hindistan'da al.', buyurmuştu. Halbuki onun yüz kanadı olsaydı, bugün Hindistan'a gidemezdi.'der.'
İnsanlık işte… Kaçınılmaz olduğunu bile bile ölümü hiç kimse ama hiç kimse istemiyor.
Çarpıcı gelir bana hep ölümü anlatan şu atasözlerimiz:'Evden bir ölü çıkacak demişler herkes hizmetçinin yüzüne bakmış.', 'Evini temiz tut, misafir gelir; kalbini temiz tut, ölüm gelir.', 'Ölü öldüğü günkü gibi anılsa, gelin geldiği günkü gibi sevilse…'
Allah'ın yarattığı her şey şefkatle bakacağız. Sevdiklerinizin kıymetini bileceğiz.
Gidip de dönmemek dönüp de görmemek var. Cana sahip olmanın görev ve sorumluluğu var. Bu görev ve sorumlulukların bir kısmını yerine getirirken bir kısmını atlamamak var.
Aslında bu işin de hep kolayı var: Yaşama sorumluluğumuzun şuurunda olalım yeter.
Böyle olmak, kaliteli yaşamak bence...
Böyle olmak, ölüme ve ölüm sonuna hazır olmak bence...
Evet, bu konuyu benim gibi düşünenler de epey var bence.
Evet, evet! Şimdi bu yazıyı okuyan sizler de böyle inanıyor be böyle yaşıyorsunuz bence.