Geçtiğimiz hafta, Köprübaşı Edebiyat Dergisi Sahibi Rukiye Hanım aradı. Bazen arayıp hal hatır sorar. Yine böyle bir aramadır diye açtım telefonu. Sesi, her zamanki gibi canlı ve heyecanlıydı.
Yunus Emre’yi Anma Programı düzenlediklerini o sebeple Köprübaşı Kültür Merkezi Kırmızı Salonun'da Cuma akşamı buluşmamızı istedi.
Söz konusu Yunus Emre olunca, “Koşarak gelirim,” dedim. Bu çağrı, benim için sadece bir davet değil; gönlümde yankı bulan bir çağrının yankısıydı. Sebebini birazdan anlatacağım.
Rukiye Hanım’ı beş yıl öncesinden, kitaplarımı yayımlamak üzere Defne Yayınevi'nde tanıştığımız günlerden beri tanırım. Onu bana tanıtan kişi, kıymetli ağabeyim, yazar Ahmet Urfalı Bey’di. Rukiye Hanım, işine âşık, milli ve manevi değerlere sımsıkı bağlı, enerjisi bitmek bilmeyen bir edebiyat neferidir.
Tüm zorluklara rağmen Köprübaşı Edebiyat Dergisi’ni aksatmadan yayımlamaya devam etmesi, onun iradesini ve inancını gösteren en büyük kanıttır. Vefatının 704.yıl dönümünde Yunus Emre’yi anma programına öncülük etmesi işte bu meziyetlerinin bir yansıması.
Benim Yunus Emre ile tanışıklığım çocuk yaşlara dayanır. Gümüşhane İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciyken ilahi korosunda hep onun şiirlerinden beslenen eserleri okurduk. Zamanla bu dizeler dilime değil, yüreğime pelesenk oldu. Gönül meclislerinde arkadaşlarla buluştuğumuz her sohbet, Yunus’un dizeleriyle başlar, onunla tamamlanırdı. Bir anlamda Yunus Emre ile büyüdüm diyebilirim. Onun ilahileriyle yoğruldum.
Bu nedenle, böylesine kıymetli bir programa katılmak benim için sadece bir görev değil, aynı zamanda bir gönül borcuydu.
Eşimle birlikte Cuma akşamı gittiğimiz Kırmızı Salon'da, Yunus gönüllü yazar ve şair dostları görünce içimi tarifsiz bir sevinç kapladı. Eskişehirdenhaber. Net’ten bir çok şair ve yazar dostumuz da salondaydı.
Geceye ruhunu veren isimlerden biri de, modern çağın Yunus’u diyebileceğim Şair Ahmet Urfalı ağabeyimdi. Ne yazık ki, rahatsızlığı nedeniyle programa katılamadı ve bu durum hepimizin yüreğinde bir burukluk yarattı.
Afyon’dan gelen şair ve yazarların içtenlikle okudukları şiirler ve anlam yüklü konuşmaları, içimizdeki sevinç güvercinlerini yeniden kanatlandırdı. Salonda yankılanan her kelime, adeta gönüllerimizin tellerine dokundu. Derken ismimiz anons edildiğinde, eşimle göz göze gelip usulca kürsüye doğru yürüdüm. Gönlümde bir sükûnet, dilimde ise Yunus’un yüzyıllar ötesinden gelen sesi vardı.
Okuduğum şiir, Yunus’un gönül ateşiyle yoğrulmuş en nadide eserlerinden biriydi: “Ben yürürüm yane yane…” Ama o yanmak, bildiğimiz gibi bir yangın değildi. Bu, mecazın ötesinde; Hakk’a duyulan aşkın, insanı benliğinden arındırarak kül ettiği ilahi bir yanıştı.
Kürsüde kısa bir konuşma yaparak, bu şiirin aslında bir dervişin iç yolculuğunu, bir âşığın derinliklerden yükselen sesini yansıttığını anlattım. Her dizesi, kalbi olan herkese dokunur. Yunus, yalnızca sözü söylemez; sözü yürekte mayalar. O yüzden bu şiiri okumak değil, yaşamak gerekir…
Programın ilerleyen saatlerinde Eskişehir Mevlevihane’si İlahi Korosu Şefi Nazan Naz ve ekibinin seslendirdiği ilahiler ise geceye bambaşka bir derinlik kattı.
Bu ilahiler, Yunus’un sesini asırlardan süzülüp gelen bir nehir gibi salonun her köşesine taşıdı.
Yunus Emre… Adı gibi sade, özü gibi derin… Türkçeyi su gibi berrak, içten ve temiz bir şekilde kullanan büyük bir halk şairidir o. “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” diyerek, kelâmın hem silah hem merhem olabileceğini öğretmiştir bize. Onun şiirleri, sadece estetik bir haz değil; insanın iç dünyasında açılan, sevgiyle örülmüş bir yoldur. O, "Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için" diyerek çağları aşan bir gönül çağrısı bırakmıştır.
Yunus’un evrenselliği buradan gelir. Onun şiirlerinde din, dil, ırk ayrımı yoktur; yalnızca “insan” vardır. Çünkü Yunus’a göre “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü.” İşte bu sevgi dili, bugün dünyanın neresine giderseniz gidin hâlâ aynı etkiyi bırakır.
Bu nedenle Yunus Emre sadece Anadolu’nun değil, insanlığın ortak vicdanıdır.
Ve elbette Tapduk Emre… Yunus’un gönül eğrisini doğruya çeviren büyük mürşit. Yunus’un kırk yıl boyunca Tapduk’un dergâhında eğri odun taşımadan hizmet ettiğini söylediği anekdot, bir mürşide sadakatin ve gönül terbiyesinin ne demek olduğunu gösteren en yalın örnektir. Tapduk’un terbiyesinden geçen Yunus, hocasının duasıyla çağları aşan bir meşale olmuştur.
Yunus’u anmak, yalnızca bir şiiri okumak değildir. Onunla birlikte insanı, gönlü, sevgiyi ve hakikati yeniden düşünmektir. Bugün bize düşen, onun açtığı yolda yürüyebilmektir: Gönül kırmadan, insanı dışlamadan, her canlıyı Yaradan’dan ötürü sevebilmek... Bu dünyada Yunus gibi yaşamak zor ama mümkündür. Eğer gönlümüzde bir parça Yunus taşıyabiliyorsak, onun çağrısı hâlâ yaşıyor demektir.
Bu güzel geceye vesile olan tüm gönül dostlarına, emeği geçen herkese teşekkür ediyor, Yunus’u bir kez daha rahmet, minnet ve sevgiyle yâd ediyorum.