Geçmiş dönemlerde ‘Acaba Ay’da kimse var mı?’ sorusu düşmüş milletin aklına...
Bunu öğrenmek için de bir çare düşünmüşler…
Demişler ki;
‘Ahaliyi Sultanahmet meydanına toplayalım… Hep bir ağızdan heeeey diye bağırtalım… Çok yüksek bir ses çıkacağı için nasıl olsa Ay'dan duyulur, eğer orada kimse varsa bize cevap vermeye çalışır!’
Burada bir dakika soluklanıp atalarımızın bu fennine, bu ilmine şapka çıkartmayı ihmal etmeyelim ve hikâyeye devam edelim…
Günü geldiğinde saray memurları binlerce kişiyi Sultanahmet meydanına toplamış,
‘Ey ahali!’ demişler ‘Bir, iki, üç diye sayacağız, üç denildiğinde hep bir ağızdan ‘Heeeeey!’ diye bağıracaksınız.
-‘Tamam mı?’
-‘Tamaaam!’ demiş atalarımız…
Padişah da gelip makamına kurulmuş...
Bu arada kalabalık arasında bulunan bir fani kendi kendine demiş ki:
‘Ben boşu boşuna bağırmayayım, nasıl olsa kalabalığın içinde benim bağırıp bağırmadığım fark bile edilmez.’
Sonra mabeyinciler ‘Biiir, ikiiii, üç!’ diye seslenmiş veeeeee...
Kalabalıktan hiç ses çıkmamış…
Koca meydana ölüm sessizliği çökmüş, sinek uçsa duyulacak...
Çünkü meydandaki herkes o kurnaz atamız gibi düşünmüş…
Nasıl olsa başkaları bağırır diye herkes meydanı birbirine bırakmış…
Bu müthiş hikâyeyi okur okumaz ‘işte tamam’ dedim dostum Polat’a…
Ve pek yapmadığımız bir şeyi yaptım /Düşündüm…
Bizlerin bugünlere nasıl geldiği sorusunun cevabını sanırım bu hikâyede gizli…
Okur-yazarız elhamdülillah…
Günümüzden geçmişe, türlü kaynaklardan türlü kitaplar okuduk, araştırdık…
Yıllar boyunca gördük ki ‘herkes sorumluluğu birbirinin üstüne atmış, atmaya da devam ediyor…’
‘Ben işime gücüme bakayım, nasıl olsa birileri çıkar mücadele eder’ demiş ve halen demeye devam ediyor…
Ne kimse siyasetin ateşinde yanmış, ne hayatından fedakârlık etmiş… Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek elleriyle beslemiş, büyütmüş…
Köşesinden ortalığı seyretmekle yetinmiş…
Diğer yandan, bir takım fedakâr insanlar çıkıp canını, kanını vermiş;
Toplumu uyarmaya çalışmışlar lakin başaramamışlar…
Sonunda da bu zihniyet iliklerimize dek işlemiş, bugün olduğu gibi…
Bu dizeleri istediğiniz yere uyarlayabilirsiniz…
Dilerseniz köyünüzdeki muhtarlığı düşünebilirsiniz,
İsterseniz belde ve ilçenizdeki belediye başkanlığını düşünebilirsiniz,
Dilerseniz şehirinizi, büyükşehiri düşünerek okuyabilirsiniz,
Olmadı Türkiye’yi hayal edebilir, dünyayı gözünüzün önüne getirebilirsiniz…
Dileyen dilediğini düşünebilir, yazabilir, (hukuk, ahlak sınırlarında) eleştirebilir… Eminim herkes kendi penceresinden görecek bu yazıyı, adeta parmak izi gibi farklı farklı! Belki de atalarımızın büyük bölümü gibi susukun kalacak!
Ben bu dizeleri yazarken hayalimde ki bir ilçeyi, algılarla yönetilen bir belediyeyi, egosu yüksek cahil bir belediye başkanını ve etrafında kurulan menfaatçi haramiler ordusunu düşünerek kaleme aldım…
Siz dilerseniz dünyayı tahlil edin, ettiğinizi sanın, dizinizin dibini gör(e)medikten sonra kime ne faydası var! Lütfen bir düşünün! Önce kendi önümüzü, dizimizin dibini temizlemekle işe başlamak daha doğru değil mi?
Siz susarken bir grup, dayanışma içinde hedefine adım adım yürürken, ses çıkarmamayı ve sorumluluğu başkasına atmayı düşünen milyonlarca kişi köşesinde oturmaya devam ediyor, edecek bundan da eminim…
Uyarmak için çırpınanlara da ya ‘karamsar’ ya ‘aykırı’ ya da hizmetleri görmüyor musun ‘muhalif nankör’ diyenler bile olacak, oluyor!
Kitaplarda dahi okuduğunuzda, akıllara durgunluk verecek olan olayları yaşıyoruz küçücük topraklarda, ilçe ve köylerde…
Şöyle bir hikâye okumaya başlamıştım yıllar evvel;
Doğaüstü olaylardan, kaçak yatlardan, adalardan, tatil köylerinden bahsetmiyordu hikâye...
Damat Ferit misali tanışıyor o kutsal topraklarla bay ego! Yıllarca çeşit çeşit maskelerle dolaşıyor… Kendi yüzünü hiç göstermiyor, saklıyor… Aday olup türlü ketenperelerle seçtiriliyor sahte kahraman! Daha doğrusu sahte patlıcan!
Önceki başkanları karalama, yalan, dolan, tehdit, kaçak elektrik, su, katla başlıyor hikâye… Önce etrafını doyuruyor tıka basa! Biliyor ki onları doyurmasa, aç bıraksa önce kendini yerler!
Kurulan kooperatifler, kesilen faturalar, sözde yapılan yolda akıtılan oluk oluk mazotlar, kesilen faturalarla zenginler el değiştiriyor hikâyede ki hayali ilçede!
Kör göze parmak misali hısımlarına aldırılan arsalar, belediye imkânlarıyla birleştirilip parsel parsel satılıyor… Dünün çulsuzları bir gecede iş insanı ‘BEY’ oluveriyor… Akrabalarına kurdurulan şirketlerle dikilen binaların satılmasıyla devam ediyor hikâye!
Yetmiyor, bitmiyor, dünya hırsı bürümüş gözleri doymuyor, sayfa sayfa devam ediyor çaldığı sazlar bağlamalar, üflemeli çalgılar!
Satılanlar kitabına uyduruluyor, birkaç yılda Kent’lerde dairelere, villalara, lüks araçlara dönüşüyor… Gelip-geçici koltukta oturan ‘Onur’lu insanlarla! ortak tarlalar alınıyor…
Kimseler görmüyor, duymuyor, söylemiyor, adeta 4 maymunu oynuyor seçmenler! Üstelik elleri patlarcasına alkışlıyorlar!
Birçok kişi menfaatinin peşine düşmüş Ç/alma işlerini meşru görüyor, susuyor…
Ve daha da kötüsü bunu kanıksıyor… Biliyor ki onlar da figüran…
Etraf yalakadan, yalamadan soytarıdan geçilmiyor…
O insanlarla aynı havayı soluyoruz, bizler oksijen alıyor, ya onlar!
Toprağın asıl sahipleri parya oluyor, susturuluyor…
Bu yüzden ben düşünerek yazdığım ilçenin ve yörenin geldiği durumu, ‘…………’ olarak nitelendiriyorum…
(Not: Boşluğu siz değerli okuyucularımızı doldurmasını istiyorum.)
O yüzden demem odur ki;
Her neyi düşünürseniz düşünün kısaca yorum yazıverin…
Yazıverin lakin hali pür melalimiz ortadayken, kimseye etmeyelim şikâyet…
Rahmetli babamdan duymuştum, ‘Cesurlar bir kere ölür. Korkaklar her gün ölür. Siz bir kere ölün oğlum’ derdi…
Bende bir kere öleceğim...
Şimdi bu soruyu kendinize sorun cesur muyum yoksa korkak mı?
Ve kaç kere öleceğim. Diye.
Ve diyoruz ki:
Tatlı bir yalan söylersen 10 kişi seni alkışlar,
Acı bir gerçek söylersen 8 kişi sana saldırır.
Ama iki kişi sorgulamaya başlar...
O iki kişiye selam olsun!
Ves’selam