Oval Ofis’in ağır havasında, dünyanın gözü önünde gerçekleşen buluşma dikkatleri üzerine çekti.
Bir tarafta küresel siyasetin en güçlü aktörü Amerika’nın başkanı, diğer tarafta bağımsızlık mücadelesiyle yoğrulmuş bir milletin temsilcisi Cumhurbaşkanı Erdoğan vardı.
Yıllar sonra gerçekleşen bu görüşme, farklı kesimlerce farklı yorumlarla karşılandı. Erdoğan’a yakın çevreler görüşmeyi yere göğe sığdıramazken, muhalif kanat daha temkinli, daha ihtiyatlı bir dil kullanmayı tercih etti.
Doğrusu millet olarak olayları büyütmede üstümüze yoktur.
Ancak bu kez ihtiyatlı olmakta fayda var. Çünkü gerekçeler ortada: Tarihin sayfalarını biraz araladığımızda, ABD ile olan ilişkilerimizin bize hep aynı gerçeği fısıldadığını görüyoruz : “Amerika’ya fazla güvenilmez!”
Evet, dünyanın süper gücü olarak gösterilen ABD’nin başkanıyla yıllar sonra ülkemizin Cumhurbaşkanı’nın yaptığı görüşme kuşkusuz önemlidir.
Ama unutmayalım: Bu Trump değil midir ki yıllar önce Erdoğan’a yazdığı ve diplomasi tarihine kara bir leke olarak geçen o mektubun sahibidir? “Aptal olma” cümlesi, sadece bir devlet adamına değil, aslında bir millete yönelmiş ağır bir hakaretti. Aradan yıllar geçse de böyle bir lekeyi hafızalardan silmek kolay değildir.
Dahası var… Daha dün sayılabilecek kadar yakın bir geçmişte ABD, PKK ve FETÖ konusunda hiçbir talebimizi karşılamadı.
15 Temmuz hain darbe girişiminin azmettiricisi olarak görülen FETÖ elebaşını yıllardır koruyan bir ülkeden söz ediyoruz. Ankara, dosyalarıyla Washington’un kapısını aşındırıyor; ABD ise “hukuki süreç” bahanesinin ardına sığınıyor.
Gazze’de yüzbinlerce masumun hayatına mal olan zulümlerde ABD’nin rolünü, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uyguladığı silah ambargosunu unutabilir miyiz? Bu örnekler, Washington’un sicilinin ne kadar kabarık olduğunu ortaya koymaya yetiyor.
Suriye’de PKK’nın kolu olan YPG/PYD’yi açıktan destekliyor.2014 yılından beri o kadar ikazlarımıza rahmet halen lojistik ve mali destek sağlıyor.Bu bizim için güvenlik tehditi olduğunu her platformda dile geirsekte ABD bildiğini okuyor.
Kabul edelim: Uluslararası siyasette dostluklar değil, çıkarlar vardır. Bu, yüzyıllardır değişmeyen bir kuraldır. Türkiye-ABD ilişkileri de bu çıplak gerçeğin en somut örneklerinden biridir.
NATO’da birlikte olmamıza, stratejik ortaklık vurgularına rağmen kritik anlarda Amerika’nın tavrı hep sorgulanır olmuştur.
Bizimki, biraz platonik aşk gibi Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı; biz ne kadar yakınlık duysak, dostluk ve ortaklık beklesek de karşı taraftan aynı samimiyeti ve karşılığı çoğu zaman göremiyoruz.
Bugün Washington’un tavrı Türkiye’ye yakın görünüyorsa, bu bizim bölgemizdeki jeopolitik önemimizdendir. Yarın dengeler değiştiğinde aynı Amerika’nın çok farklı bir pozisyona geçtiğini görmek kimse için şaşırtıcı olmayacaktır.
Asıl mesele, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmasıdır. Gücünü dış desteklerden değil, kendi potansiyelinden alan bir dış politika anlayışıdır bizi güvenceye alacak olan. Zira ne Trump’ın “dostane” sözleri ne de Beyaz Saray’ın diplomatik açıklamaları ülkemizin bağımsızlığı ve güvenliği kadar değerli değildir.
Uluslararası ilişkilerde değişmeyen tek hakikat vardır: Dostluklar değil, çıkarların gölgesinde yürüyen dengeler… İşte bu yüzden Türkiye, kendi yolunu kendi çizen bir ülke olmalıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün şu veciz sözü, bu anlayışın en güzel özetidir:
“Türk milleti bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı var olmasının yegâne şartı kabul etmiş bir millettir.”
Göre ne…Köre ne?