Varlığımızın sebebi, hiç şüphesiz anne ve babalarımızdır. Onlar bizim velinimetimiz, hayatımızın hem maddi hem manevi mimarları, ilk öğretmenlerimiz, en büyük rehberlerimizdir.
Anne, bir rahmet kucağıdır; ateşten daha sıcak, merhametten daha derindir. Dokuz ay karnında, senelerce kollarında, bir ömür boyunca ise kalbinde taşır evladını. Gerçekten de anne, dünyadaki en saf sevginin adıdır.
Yüzüne bakılması en sevap olan üç şey vardır der büyüklerimiz: Kâbe, Kur’an-ı Kerim ve anne. Çünkü hepsi birer tecellidir; biri Allah’ın evi, biri kelamı, biri ise rahmetinin tezahürüdür.
Neden böyle bir giriş yaptım anlatayım.
Yakın bir arkadaşımın annesi, yaklaşık bir yıldır geçirdiği felç nedeniyle ağır hasta. Altmışlı yaşların sonuna yaklaşan bu teyzemiz için arkadaşım elinden gelenin fazlasını yapıyor bugünlerde. O hastane senin, bu hastane benim; bir umutla, “acaba bir çare bulabilir miyim?” diye çırpınıyor.
Annesinin tek kızı olması, omuzlarındaki yükü elbette ağırlaştırmış. Fakat o, sabırla ve fedakârlıkla, eşinin de desteği ile bir gün “keşke” dememek için sessizce mücadele ediyor. Her adımında annesine olan sevgisini, vefasını ve sorumluluğunu hissediyoruz. Anlayacağınız hayırlı evlat.
Onun bu çabası beni yıllar öncesine, rahmetli annemin Gümüşhane Devlet Hastanesi’nde yattığı o zorlu günlere götürdü. Eskişehir’den her gidişimde, hastane odasının loş ışığında annemin elini tutarken içimi kaplayan o tarifsiz hüzün, hâlâ ilk günkü gibi taze. Koridorlarda yankılanan ayak sesleri, uzaklardan gelen dua fısıltıları, o odada bekleyen sabrın sessizliği… Hepsi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor şimdi.
Bir kez daha anlıyorum ki; annelik, evladın kalbine kazınan en derin izmiş… Ve o iz, yıllar geçse de silinmiyor, yalnızca daha çok anlam kazanıyor.
Bir yanda annesi için gecesini gündüzüne katan evlatlar var; diğer yanda ise anne-babasına eziyet eden, onlara sevgiyi çok gören nankör evlatlar…
Ne yazık ki, iyiliğin karşısında kötülük, sevginin karşısında nefret, doğrunun karşısında yanlış her daim var olmuştur. Hayatın akışı da zaten bu zıtlıkların içinde sürüp gider.
O sebeple bu hafta, anne ve baba hakkı üzerine birkaç kelam etmek istedim.
Yüce Kitabımız, anne-babaya iyi davranmayı sadece bir tavsiye değil, kesin bir emir olarak bildirmiştir.
İsrâ Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinde Yüce Mevla şöyle buyurur:
“Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve anne babaya iyilikte bulunmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme, onları azarlama; onlara tatlı, gönül alıcı söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanatlarını indir ve de ki: ‘Rabbim, tıpkı onlar beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi, şimdi de Sen onlara merhamet et.’”
Lokman Suresi 14. ayette ise şöyle buyrulur:
“İnsana anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşımış, zahmetle doğurmuştur. Onun sütten kesilmesi iki yıl sürer. (Ey insan!) Bana ve anne-babana şükret, dönüş yalnız banadır.”
Bu ayetler, anne ve babaya saygı göstermenin sadece insani bir görev değil, aynı zamanda ilahi bir sorumluluk olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Anne-baba, hayatımızın her döneminde bize emek veren, yeri dolmaz iki hazinedir. Onlara hizmet etmek, bir evlat için en büyük ibadetlerden biridir. Çünkü anne-babaya gösterilen vefa, cennetin kapısını aralayan bir anahtar gibidir.
Ne yazık ki günümüzde kimi evlatlar, kendi hayat telaşına kapılıp anne-babasını ihmal ediyor, hatta onlara saygısızlık ediyor. Oysa bir gün geldiğinde, herkes anne-babasının yokluğunda o sessizliğin ağırlığını hisseder. O zaman insan, “keşke elimden geleni yapsaydım” demekten başka bir şey yapamaz.
Yakın dostumun annesine gösterdiği özen ve sevgiyi görünce, şairin şu dizeleri geldi aklıma:
“Ana başta tâç imiş, her derde ilâç imiş;
Bir evlat pîr olsa da, anaya muhtaç imiş.”
Neticede…
Cennet, annelerin ayakları altındadır. Babaların dualarında huzur, annelerin kalbinde rahmet gizlidir.
Ne mutlu, anne ve babasının duasını alabilen, onların gönlünü hoş tutabilen evlatlara.