Bir toplum çürürken çığlık atmaz. Sessizce, göz göre göre, normalleşen kötülüklerin ve alışılmış adaletsizliklerin gölgesinde kendi sonunu hazırlar. Sosyal çürüme tam da budur: Değerlerin aşınması, ahlaki pusulanın sapması ve insanın insana karşı duyarlılığını yitirmesidir.

Toplumsal çöküş sadece ekonomik krizle, savaşla ya da afetle gelmez. Bazen bir ekranın karşısında başlar. Bir videonun altına atılan kalplerle, bir paylaşımın ardına gizlenen alkışlarla kendini belli eder. Sosyal medya çağındayız; her an kayda açık, her duygu tüketime uygun. Ve işte çürüme tam da burada başlar: Görünmeyen ama derinden ilerleyen bir bozulmayla.

Cenazeler mesela…
Bir zamanlar o anlara sessizlik hâkimdi. Saygı vardı. Gözyaşı bile mahcup bir şekilde akardı. Bugünse birinin son yolculuğu, bir başkası için “duygu dolu anlar” etiketiyle servis edilen bir izlenme fırsatına dönüşüyor. Tabut başında poz verenler, mevlitte story atanlar, taziye mesajını bile gösterişe çevirenler… Bunlar, toplumun vicdan aynasında oluşan çatlakların yansımalarıdır.

Sosyal çürüme sadece değerlerin değil; duyguların da metalaşmasıdır. Empatinin yerini merak, saygının yerini şov aldı. Artık bir başkasının acısına sessizce tanıklık etmek değil, o acı üzerinden görünür olmak isteniyor. Oysa bazı anlar paylaşılmaz. Bazı acılar sadece yaşanır. Ama ne yazık ki bugün insanlar ne hissettiklerini değil, nasıl göründüklerini önemsiyor.

Peki buraya nasıl geldik?
Çünkü artık “izlenmek”, “izlemekten” daha kıymetli. İnsanlar, gerçek hayatta görünmez olmanın acısını, dijital dünyada görünür olarak telafi etmeye çalışıyor. Ancak bu görünürlük, vicdanı karartarak elde ediliyorsa; bu bir başarı değil, açık bir çöküştür.

Acılar üzerinden şöhret devşirmek sadece etik dışı değil; insanlık dışıdır. Acının alınıp satıldığı bu büyük pazarda hâlâ insan kalabilmek, belki de en büyük direniştir.

Ve unutma:
Bir gün senin acın da bir başkasının içeriği olabilir.