Yas… Çoğu zaman sadece sevdiklerimizi kaybettiğimizde yaşadığımız bir duygu olarak görülür. Oysa yas, hayatımızda çok daha farklı biçimlerde kendini gösterir. Bir insanı toprağa vermekle sınırlı değildir; bazen bir yaşam biçimini, bazen bir alışkanlığı, bazen de inançlarımızı kaybettiğimizde içimize çöken sessiz ağırlıktır.
Bir şehri kaybetmek mesela… Yıllarca sokaklarında yürüdüğümüz, her köşesinde bir anımızın olduğu bir şehir değiştiğinde, bildiğimiz haliyle yok olduğunda içimizde bir boşluk bırakır. Bu da bir yas halidir. Çünkü biz aslında sadece mekânları değil, onlarla birlikte yaşadığımız duyguları da yitiririz.
Rutinlerimiz de böyledir. Her sabah aynı bardaktan çay içmek, aynı yoldan işe gitmek, aynı yüzlerle selamlaşmak… Bunlar hayatımızın görünmez sabitleridir. Kaybolduklarında, yerlerine yenisi konduğunda bile içimizde bir eksiklik kalır. Çünkü bize güven veren o düzenin yokluğu, küçük ama derin bir yas bırakır.
Ve en zoru: İnançlarımızı kaybetmek. Dünyaya, insanlara ya da hayata dair kurduğumuz anlam haritaları bir gün işe yaramaz hale geldiğinde, aslında içimizde sessiz bir cenaze töreni yapılır. O itikatların yokluğu, insanın en yalnız kaldığı anlardan biridir.
Yas, aslında kaybın evrensel dilidir. Her insan kendi içinde, kendi sessizliğinde yaşar. Kimi zaman gözyaşıyla, kimi zaman suskunlukla, kimi zaman da yeniden başlama çabasıyla… Ama unutmamak gerekir ki yas, yalnızca kaybın ağırlığı değil, aynı zamanda yeni bir varoluşun kapısını aralama sürecidir. Çünkü her kaybın ardından, yeniden kurmamız gereken bir hayat vardır.