Çocukluğumuzun en sabırsız sabahıydı bayram sabahı. Ne saate bakardık ne de birinin bizi uyandırmasına ihtiyaç duyardık. İçimizdeki coşku gözlerimizi erkenden açtırırdı zaten. Bir gün önceden hazırlanıp itinayla yatağın kenarına yerleştirilen bayramlık kıyafetler, yepyeni ayakkabılar…


Yeni alınmış kıyafetlerin kokusu bile başka gelirdi o zaman. Henüz giyilmemiş giysilerin içinde bambaşka biri gibi hissederdik kendimizi: Biraz daha büyümüş, biraz daha özel.


Çocukken bayram, sabah kahvaltısından önce şeker yemeye ses çıkartılmamasıydı. Büyüklerin elini öpünce alınan harçlık, bayram boyunca kaç çikolata eder diye yapılan gizli hesaplamalardı. Komşu evlerinin eşiğinde edilen kısa sohbetler, sıkıldığımızı sandığımız ama şimdi özlemle andığımız küçük anılar biriktirirdi. En çok da mahallede arkadaşlarla sokak sokak dolaşarak toplanan şekerlerin poşetlerde biriktirilmesi, sonra o şekerleri kim daha çok toplamış diye karşılaştırılmasıydı bayram.

O günlerde bayram, yalnızca bir tatil günü değil; ruhumuza dokunan, içimizi ısıtan bir zamandı. Masumlukla yoğrulmuş bir sevinç, koşulsuz bir samimiyet, özlenen bir kalabalıktı bayram. En küçük şeyler bile içimizde koca mutluluklar yaratırdı.


Büyüdük. Bayramlar hâlâ geliyor, takvim değişmiyor ama içimizdeki o çocuk biraz suskun. Sabahları erkenden uyanmak yerine biraz daha uyumayı tercih ediyoruz artık. Yeni kıyafetler sevindirmiyor eskisi kadar, şekerlerin tadı da çocukluğumuzdaki kadar tatlı gelmiyor belki.

Ama yine de bayram, o eski hisleri çağırmaya devam ediyor. O eski sabahlardan, sokaklardan, çocuk seslerinden bir iz arıyoruz her seferinde. Belki de bu yüzden bayramda en çok çocuklar sevinince içimiz ısınıyor. Çünkü çocukken bayram başkaydı... Ve o başkalığı hâlâ özlüyoruz.