İnsanın en derin ihtiyaçlarından biri, bir yere ait olduğunu hissetmektir.
Bir eve, bir şehre, bir ülkeye… bazen de bir insana.
Ama çağımız, “ait olamamanın” sessiz ağırlığını omuzlarımıza bıraktı.

Eskiden göç, sadece fizikseldi.
Bir köyden kente, bir ülkeden diğerine…
Bugünse insanlar sadece yer değiştirmiyor; kimlikleri, alışkanlıkları, hatta dilleri de göç ediyor.
Bir yanımız doğduğumuz yere ait, bir yanımız yaşadığımız yere.
Ve çoğu zaman, arada kalıyoruz, hiçbir yere tam olarak ait hissedemeden.

Bir bavulun içinde taşınan eşyalar gibi, biz de geçmişimizi sırtımızda taşıyoruz.
Bazı anıları sevgiyle hatırlıyoruz, bazılarını geride bırakmak istiyoruz.
Ama insan geçmişinden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, o geçmiş bir şekilde ayak izine siniyor.
Yeni bir hayata adım atarken bile, eski sokakların tozu ayakkabımızda kalıyor.

Aidiyet, bir adrese sığmıyor aslında.
Bir ses tonunda, bir yemek kokusunda, bir dilin melodisinde gizleniyor.
Göç eden birinin gözlerinde, hem geride bıraktıklarının hüznü hem de yeni bir başlangıcın umudu okunur.
Ama iki duygunun arasında yaşamak, insanı sessizce yorar.

Kimi zaman bir masada otururken, herkes gülerken bile içimizde bir sessizlik yankılanır.
Çünkü biliriz: Ne tam buradayız, ne tamamen orada.
Ne tam buradayız, ne tamamen orada…
Bir çizginin üzerinde, kimliklerin arasında, belki de “aradalığın” içinde yaşıyoruz.

Belki de artık ait olmanın anlamı değişti.
Bir yere değil, bir fikre, bir değere, bir insana… ya da en çok kendimize aitiz.
Göç sadece sınırları aşmak değil; bazen de kendi içimizde yola çıkmaktır.

Kendimizi bulmak, kim olduğumuzu unutmadan nereye ait olduğumuzu yeniden tanımlamak için.
Çünkü belki de en gerçek aidiyet, kendi hikâyemize ait olmaktır.