Sadeleşerek tanıyor insan kendini…

Çünkü insanın öz yaşamında, mayasında vardır SADELİK…

Sadeleşmek toplumdan kendini soyutlamak değildir, aksine sadeleşmek ‘Az ama özü’ fark etmek, hayatın merkezine koyabilmek demektir…

Sadelik uzun bir yolculuktur…

Detaylarda saklıdır sadelik…

Sadelik eksiltmek, eksilmek de değildir…

Bütüne hâkim olmak, tüm detayları bilmek, parçaları birleştirmek, farkıdalığımızı artırmak, tüm bunları damıtmak, özetlemektir sadeleşmek…

Sadeleşmek, inişli çıkışlı, engebeli uzun bir yolculuktur…

Bu yolculukta çok şey öğrenir insan…

Dağılır, toparlanır, eksilir, üzülür, kaybeder vb. bunlar normaldir… Tünelin ucunda sadelik varsa çekilen çile kutsaldır, kim bilir belki de böylesi daha efdaldir…

Öncelikle neyim var neyim yok diye sorgulamalı insan…

Tabi kendini bilmeli, tartmalı önce…

Kendine ağırlık yapan ve ilk akla gelen gereğinden fazla eşya, elbise, araç, dünyalık kazanma hırsı, beyinleri kemiren sosyal medya bağımlılıkları, tüketim çılgınlığı içinde hortuma kapılıp kaybolmak vb. hastalıklar…

Yolculuğunu bitirmiş ölü hücre misali ne varsa vedalaşmayı bilmeli…

Yüklerinden kurtulmalı, hafiflemeli… Bu kısmı sadeleşmenin zerresi, en kolayı!

Daha zoru ise kendine yük teşkil ettiğine inandığı düşünceler ve hayatında ki insanları atması… Sadelik yolculuğunda ki insanın mücadelesi de tam da burada başlıyor…

Unutmayın, insan sadeleşerek çoğalıyor!

İnsanın, kendisiyle arasındaki mesafeleri ancak SADELEŞEREK ortadan kaldırabilir düşüncesindeyim…

Çıkacağı iç yolculuğunda kendisiyle karşılaşma, tanışma, hatta iletişimi güçlü tutarsa dost olma fırsatını bile bulabilir…

Belki de ömür boyu!

…/…

YAZMAK BÖYLE BİR ŞEY!

Anlaşılamamanın girdabında boğulduğunuz oluyor mu hiç!

Benim oldu, hem de çok!

Bir çöl ortasında trilyonlarca kurtçuğun hücrelerimizi kemirdiğini düşünün!

Anlaşılamamak böyle bir şey bazen…

Biliyoruz ki anlam her daim sığmıyor sözcülere…

Anlaşılması elzem, net, önemsenecek, kayda değer konuları yazdığımızda bile, en yüksek dağların tepelerinden haykırırken, en dehliz kuyularda buluyor kendini insan…

Ve maalesef kitleler duymak istedikleri sözleri söyleyip yazanları alkışlıyor…

Her şeye, herkese rağmen doğruları haykırmak, harfleri kelimelere, kelimeleri cümleler, cümleleri paragraflara, makalelere bürümektir yazmak…

Yazmak, susmuş dillere söz olmaktır…

Yazmak böyle bir şey…

…/…

SAĞIR KURBAĞA…

Kurbağaların yarışı varmış… Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış… Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış… Ve yarış başlamış…

Gerçekte seyirciler arasından hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş…

Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:

‘Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!’

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar…

İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş...

Seyirciler bağırıyorlarmış:

‘...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!’

Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar…

Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış…

Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler…

Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş ‘bu işi nasıl başardın’ diye…

Kurbağadan cevap gelmeyince farkına varmışlar ki...

Kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

Olumsuz düşünen insanları duymayın...

Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar...