Modern hayatın yeni bir dini var: tüketmek. Her şeyin en yenisi, en parlak olanı, en hızlısı makbul artık. Henüz eskimemiş bir telefonun yerini, sadece "daha yeni" olduğu için bir üst modeli alıyor. Dolabımızda hiç giymediğimiz kıyafetler yığılırken, bir yenisini daha sepete atıyoruz. Çünkü sistem bizi buna ikna etti: “Yeni iyidir.”

Ama asıl soruyu sormayı unutuyoruz:
Neden sürekli yenisini istiyoruz?
Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz için mi, yoksa eksik hissetmemiz mi isteniyor?

Reklamlar, sosyal medya, vitrinler... Hepsi tek bir şey fısıldıyor kulağımıza: “Elindekiler yeterli değil.” Ve biz de bu sessiz baskıya boyun eğip tüketmeye devam ediyoruz. Artık sahip olduklarımızı değil, sahip olamadıklarımızı konuşur olduk. Mutluluk ölçütümüz, bir sonraki alışverişte alacağımız ürün haline geldi.

İşin ilginç yanı, tüketim kültürü yalnızca nesneleri kapsamıyor. İlişkiler de tüketiliyor. İnsanlar, dostluklar, sevgiler… Hepsi hızla harcanıyor. Sabır azaldı, tahammül tükendi. Her şey gibi insan ilişkileri de "yenisi gelir" mantığıyla yürütülüyor.

Oysa insanı gerçekten doyuran şey, sürekli yeni olana sahip olmak değil; sahip olduklarının kıymetini bilmektir.

Anlam, değer, huzur… Bunlar mağaza raflarında, kargo kutularında, reklam aralarında bulunmaz.

Belki de biraz yavaşlamak gerek. Alışveriş sepetini doldurmadan önce kendimize şu soruyu sormalıyız:

“Gerçekten ihtiyacım olan şey bu mu, yoksa sadece o kısa süreli tatmin duygusunu mu arıyorum?”

Çünkü her şeyin yenisini almak kolay. Asıl zor olan, eldekinin değerini fark edebilmek.