Artık hiçbir şeyin içinde tam olarak kalamıyoruz.
Bir kahve içerken bile elimiz telefona gidiyor,
bir filmi izlerken bile aklımız başka sayfalarda dolaşıyor.
Birinin yüzüne bakarken düşüncelerimiz çoktan başka bir yerde.
Sanki hep bir şeyleri kaçırmamak için yaşıyoruz,
ama farkında olmadan asıl kaçırdığımız, yaşadığımız anın kendisi.

Eskiden “anda kalmak” diye bir çabamız yoktu.
Hayat zaten o andaydı.
Bir sohbet, bir yürüyüş, bir kitap sayfası…
Hepsinde gerçekten vardık.
Şimdi ise sadece orada olabilmek bile özel bir çaba gerektiriyor.
Zihnimiz geçmişin pişmanlıklarıyla, geleceğin planlarıyla o kadar dolu ki,
bugünü yaşamak neredeyse unutulmuş bir beceri haline geldi.

Teknoloji hız kazandırdı ama huzuru azalttı.
Her şey saniyeler içinde değişiyor;
bildirimler, mesajlar, yeni haberler…
Bir an durduğumuzda “geri kaldım” hissi sarıyor içimizi.
Ama aslında geri kaldığımız şey, hayatın kendisi değil;
onu gerçekten hissetme fırsatı.

Anda kalmak artık bir lüks gibi.
Çünkü durabilmek cesaret istiyor.
Hiçbir yere yetişmemek, hiçbir şeyi kaçırmamak, sadece var olmayı kabul etmek…
Zihnin sustuğu, kalbin konuştuğu bir sessizliği dinlemek.
Basit ama unuttuğumuz bir beceri bu.

Oysa mutluluk hep şimdide saklı.
Ne geçmişin üzüntüsünde ne de geleceğin telaşında.
Bir dostun gülümsemesinde, bir sabahın sessizliğinde, bir nefesin dinginliğinde…
Hepsi burada, şu anda.
Ama biz o anları “sonra bakarım” diyerek hep erteliyoruz.

Artık en büyük lüks, hiçbir şey yapmadan sadece orada olabilmek.
Bir kahveyi acele etmeden içmek, bir rüzgârı fark ederek yürümek, bir anın içinden geçerken onu gerçekten hissetmek.
Zaman aslında akıp gitmiyor;
biz farkında olmadan onun içinden geçip gidiyoruz.