Bazı sesler vardır; hep oradadır ama fark edilmez. Saatin tik takları da onlardan biridir. Gün içinde kimsenin aklına gelmez. Hayat konuşur, insanlar anlatır, düşünceler bağırır. Zaman ise sessizce işini yapar.
Ne zaman ki dururuz, işte o zaman saatin sesi ortaya çıkar. Bir bekleyişte, uykunun tutmadığı bir gecede, boş bir odada… Tik taklar, insanın kendi iç sesine karışır. Sanki saniyeler değil de düşünceler sayılıyordur. O an zamanın akışını değil, zihnin doluluğunu duyarız.
Saatin tik takları aslında hiç acele etmez. Ne hızlanır ne yavaşlar. Biz koştururken de, durup düşündüğümüzde de aynı ritimde devam eder. Belki de bu yüzden o sesi duymaya başladığımızda kendi temposumuzu sorgularız. Ne kadar hızlı yaşadığımızı, neyi ertelediğimizi, hangi yorgunluğun içinden geçtiğimizi fark ederiz.
Bazen bu ses huzur verir. Hayatın tüm karmaşasına rağmen zamanın akmaya devam ettiğini hatırlatır. Bazen de rahatsız eder; beklenen bir haberin, ertelenen bir kararın, söylenmemiş bir cümlenin ağırlığını artırır. Tik taklar susmaz. Sadece biz hazır olduğumuzda duyulur.
Genellikle bu anlar hayatın kırılma noktalarına denk gelir. Bir kaybın ardından, bir kararın eşiğinde, gecenin tam ortasında… Gürültü azaldığında zaman konuşmaya başlar. Ve insan, saatten çok kendisini dinlemeye başlar.
Zamanın sesini duymak çoğu zaman aceleyi bıraktığımız anlara rastlar. Kimseye yetişme kaygısı olmadan, bir yere varma zorunluluğu hissetmeden durabildiğimiz nadir anlara… Saatin tik takları o anlarda zamanı değil, kendimizi hatırlatır; ne kadar hızlı geçtiğini değil, içinde gerçekten var olup olmadığımızı sorar.