İnsanlık tarihi, iyilik ve kötülüğün daimî mücadelesi üzerine kuruludur. Zulüm ve kötülüğe hayır demek inancın, toplum düzeninin ve insanî onurun zorunlu bir gereğidir. İslam, zulmün her türlüsünü kesinlikle yasaklar, müminlere adaleti emreder.
Kur’an-ı Kerim’de, inananlara adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olmaları emredilir: “Ey iman edenler!...Adaleti sağlayın ve hassasiyetle ayakta tutun…” (Nisâ 4/135). Hz. Muhammed (s.a.v.) ise zulme karşı çıkışı imanın dereceleriyle alakalandırmıştır: “Kim bir kötülük ve haksızlık görürse, onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin ki bu, imanın asgari gereğidir” (Müslim, Îmân, 78).
Peygamber Efendimiz nübüvvetten önce bile zulme hayır demenin insanî yüceliğini, “Hılful Fudûl (Erdemliler Paktı)” ile göstermiştir. Bu antlaşmada, Mekke’ye gelen yerli veya yabancı, haksızlığa uğrayan insanların hakkı alınana kadar birlik hedeflenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), yıllar sonra dahi bu birliğin ruhunu övmüştür (Ahmed, el-Müsned, 1/190, 317). Bu, zulmü önlemenin temel bir insanî görev olduğunu kanıtlar.
Sosyolojik açıdan zulme karşı susmak, toplumun güven duygusunu yıpratır; kötülüğün yayılmasına zemin hazırlar. Psikolojik açıdan ise, haksızlığa tanık olup susmak, kişide vicdanî çelişki ve tenakuzlar oluşturur. Bu durum, ruh sağlığını bozar. Zulme hayır deyip duruş sergilemek ise ruhanî bütünlüğü ve iç barışı korur, bireyin öz saygısını yüceltir.
Tasavvuf, zulme hayır demeyi nefis terbiyesiyle başlatır. Birey, dış dünyadaki haksızlığa karşı çıkmadan önce kendi içindeki karanlığı yenmelidir. Bu savaş, dünyevî menfaatler için değil, sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Bu duruş, sadece ahlakî bir miras bırakmakla kalmaz; aynı anda iyiye doğru her türlü gelişimin kapısını açar.
Yemenli Has’am kabilesinden bir baba, hac maksadıyla kızı Katûl ile birlikte Mekke’ye gelmişti. Şehrin ileri gelenlerinden Nübeyh bin Haccâc, kızın güzelliğini görünce soyuna ve zenginliğine güvenerek onu kaçırdı ve kendi evine götürdü. Zalimin şerrinden korkan çaresiz babanın feryatlarına kimse kulak asmadı. Kendisine Hılful Fudûl üyelerine gitmesi ve derdini anlatması tavsiye edildi. Bunun üzerine baba, feryat ederek Beytullah’ın yanında pakt üyelerine seslendi. İçlerinde Peygamber Efendimizin de bulunduğu bu kişiler, mazlumun sesini duyar duymaz kılıçlarını kuşanıp geldiler. Akabinde Nübeyh bin Haccâc’ın evine gittiler ve evi kuşattılar. Kızı derhal teslim etmesini istediler. Erdemliler Birliği’nin baskını sonucu Nübeyh, gasp ettiği kızı babasına teslim etmek zorunda kaldı (İbn Habîb, el-Münemmak, s.55). Bu olaydan hareketle söyleyebiliriz ki, mazlumun ve mağdurun kim olduğuna bakılmaksızın hak ve adaletin tesis edilmesi, İslam Peygamberinin en büyük öğretilerindendir.
Konuyla ilgili bir başka örneğe daha değinmek isterim: Erâş kabilesinden bir tüccar, alacağını Ebû Cehil’den tahsil edemez. Hz. Peygamber, zulme karşı doğrudan müdahale ederek bu borcu tahsil eder (Belâzürî, I, 128,129).
Sonuç olarak, her türlü zulme ve kötülüğe hayır demek ve bu konuda eyleme geçmek vicdan sahibi her insanın sorumluluğudur. Kur’an-ı Kerim harf harf, sayfa sayfa bize adaleti ve hakkı emretmektedir. Dünya ve ahiret mutluluğumuz, bu konudaki davranışlarımıza bağlıdır…
Sacit EKERİM
İl Müftü Yardımcısı