Sabır sözlükte “dayanma, dayanıklılık” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise sabır, “Kişinin kendisini aklın ve dinin gerekli gördüğü yerde kontrol etmesidir” (Râgıb el-İsfahânî, s. 273). Sabırsızlık ise dayanma ve dayanıklılığı yitirmek, kişinin aklın ve dinin gerekli/doğru gördüğü yerde kontrolü kaybetmesi anlamına gelir.
Kur’an-ı Kerim’de yüze yakın ayette ve Peygamberimizin kutlu sözlerinde sabırdan bahsedilmektedir. Ayet ve hadislerde sabır tavsiye edilmekte ve sabredenler, Allah’ın rızasına ve lütfedeceği nimetlere kavuşmalarından dolayı övülmektedirler. Peygamberler sabrın cisimleşmiş halidirler. Başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere tüm peygamberler Allah’tan aldıkları vahyi/dini ümmetlerine tebliğ ederken birçok eza, cefa ve sıkıntıya maruz kalmışlar ve sabretmişlerdir. Örneğin; Hz. Nuh (a.s.) dokuz yüz elli yıl Allah’ın dinini tebliğ etmiş ancak kavmi onu alaya almış, Hz. Musa (a.s.) İsrailoğulları’nın birçok taşkınlığına sabretmiş, Hz. Eyüp (a.s.) başına gelen hastalıklara sabretmiş, Hz. İbrahim (a.s.) kavmi tarafından ateşe atılmış, ancak Allah’ın bir mucizesi olarak ateş onu yakmamıştır. Peygamber Efendimiz, özellikle peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke’nin ileri gelenleri tarafından birçok eza, cefa ve sıkıntıya uğratılmış, azmi ve sabrı neticesinde başarıya ulaşmıştır. Örnek olarak; Peygamberimiz Kâbe’de namaz kıldığı sırada secdede iken Ebu Cehil’in tahriki ile Ukbe b. Ebî Muayt tarafından bir hayvan işkembesi sırtına konmuş, kızı Hz. Fatıma gelene kadar Rasulullah secdede kalmış ve Hz. Fatıma gelip işkembeyi atmıştır (Zehebî, Tarih, 1/599). Peygamber Efendimizin ashabı da Mekke’de birçok haksızlık ve işkenceye uğramıştır. Bilal-i Habeşi kızgın kumlara yatırılmış, vücudunun üzerine sıcak kaya kütleleri konulmuş, Habbab b. Eret’in vücudu kızgın demirle dağlanmış, buna rağmen sabretmişler ve asla dinlerinden dönmemişlerdir. Bütün peygamberler ve onlara iman edenler, sabırlarının karşılığında hem dünyada başarıya ulaşmışlar hem de Allah’ın rızasına nail olmuşlardır.
İçinde bulunduğumuz çağ haz ve hız çağıdır. İnsanlar istedikleri her şeyin bir anda olmasını istemektedirler. Bu durum insanları sabırsızlığa, tahammülsüzlüğe ve öfkeye itmektedir. Sonuçta kıran, döken, suç işleyen, günaha giren ve kendi felaketini hazırlayan insanlar olabilmektedirler.
Günlük hayatta trafikte, eğitimde, iş hayatında, ticari hayatta, komşuluk ilişkilerinde, ailede ve toplumda sabırsızlık neredeyse hat safhadadır. İnsanlar araçlarıyla trafiğe çıktıklarında, birbirlerine yol verme hususunda sabırlı ve müsamahalı olamamakta, bunun sonucunda da söz dalaşı ya da fiili kavgalara uzanan durumlar ortaya çıkmaktadır. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” felsefesinden uzak bir anlayışla birbirlerinden gelen küçük eza ve cefalara karşı sabırsızlık gösterip küçük şeylerden büyük kavgalar çıkarabilmektedirler. Ev içerisinde karı-koca ve çocuklar dahi birbirlerine karşı sabırsız, öfkeli ve tahammülsüz davranabilmektedirler.
İnsanlar dini emir ve ibadetlerde de sabırsızlık ve iradesizlik gösterebilmektedirler. Allah’ın emrettiği ibadetlerden beş vakit namaz, Ramazan orucu, hac gibi ibadetler sabır/sebat gerektiren ibadetlerdir. Günümüzün haz ve hız çağı olması, insanların her şeyin karşılığını peşin olarak görmek istemeleri onları ibadetlere karşı lakayt, sabırsız ve tahammülsüz hale getirmektedir. Neticede sabırsızlık, insanları hem dünyada hem de ahirette felakete götüren bir davranışa dönüşmektedir.
İnsana düşen, kadim kültür ve dini referanslardan dersler çıkararak hayatına sabırla yön vermesidir. Bu nedenle haz ve hızın yaygın olduğu bu çağda çocuk eğitiminde, eğitim hayatında, iş hayatında, toplumsal ilişkilerde olumlu davranışlarla sabrın önemini, sabırsızlığın nelere sebep olabileceğini yaşanan tecrübelerle işlemeliyiz.
Asr-ı saadet döneminde şöyle bir hadise cereyan eder: Peygamberimiz bir gün çocuğunun kabri başında feryat eden bir kadına rastladı. Acılı anneye “Allah’a isyan etmekten sakın ve sabret!” diyerek nasihatte bulundu. Üzüntüsünden Allah Rasulünü tanıyamayan kadın “Bana karışma! Benim başıma gelen senin başına gelmedi ki!” deyiverdi. Bir müddet sonra kendisine nasihat edenin Rasul-i Ekrem olduğunu öğrenince Peygamberimizin huzuruna gelerek özrünü beyan etti. Bunun üzerine Rahmet Elçisi (s.a.v.) şu özlü tavsiyede bulundu: “Gerçek sabır, musibetin geldiği ilk anda gösterilen sabırdır” (Buhârî, Cenâiz, 31).
“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır” (Asr 103/1,2,3).
Ömer KARAKAYA
Eskişehir Dini İhtisas Merkezi
Eğitim Görevlisi