Cumartesi sabah uyandığımızda gördüğümüz haberler hepimizi şaşırttı. Cumhurbaşkanı'nın aldığı iki birbirinden kötü karar eminim ki AKP'lileri dahi şaşırtmıştır. Bu kararların ilki kadın haklarını güvence altına alan uluslararası İstanbul Sözleşmesi'nin Cumhurbaşkanı'nın imzası ile Türkiye tarafından feshedilmesiydi. Bunun ne kadar kötü bir karar olduğunu konuşmadan önce gelin İstanbul Sözleşmesi'nin ne olduğunu kısaca inceleyelim.
İstanbul Sözleşmesi 2011 yılında Türkiye öncülüğünde kadın haklarının daha etkin şekilde korunması amacıyla hazırlandı ve 45 ülke tarafından imzalandı. (Bu anlaşmanın öncüsünün biz olduğumuz halde 10 yıl sonra kalkıp da bir imzayla iptal etmemiz de ayrı bir saçmalık doğrusu.) Sözleşmenin içeriğine kısaca bakacak olursak eğer; ana felsefe 'toplumsal cinsiyet eşitliği'. Kadınların cinsiyetinden dolayı zaman zaman farklı alanlarda ayrımcılığa maruz kaldığı hepimizin malumu. Keşke mesele sadece ayrımcılık olsa. Maalesef ülkemizde her gün farklı sebeplerle kadınlar öldürülüyor. Kadın cinayetleri böylesine alıp başını gitmişken, hükümet neden kalkıp da kadın haklarını koruyan temel sözleşmeyi feshediyor? Bunu kabul edemiyorum. Her geçen gün ayrı bir kadın cinayeti, ayrı bir vahşet görüyoruz medyada. Hal böyleyken bu sözleşmenin kimi tarikatların baskısıyla iptal edilmesini şiddetle kınıyorum. Bu sözleşmenin ilk seçimden sonra tekrar yürürlüğe gireceğinden şüphem yok.
Bir diğer husus da iptal şekli ile alakalı. Bu uluslararası sözleşme TBMM onayı ile devreye alındı ancak Cumhurbaşkanı'nın bir imzası ile iptal edildi. Uluslararası anlaşmalar nasıl onaylandıysa öyle feshedilir. Yani bu sözleşme meclis tarafından feshedilmeliydi. Ancak ne usulün ne de hukukun ortalarda olmadığı şu günlerde kimse buna şaşırmıyor. Türkiye'deki milyonlarca kadını ilgilendiren bir sözleşmeyi mecliste tartışmaya bile açmadan tek imza ile iptal edebilmek Türkiye'nin nasıl bir sistemle ve nasıl bir bakış açısıyla yönetildiğini açıkça gösteriyor…

Ekonomik Çöküş Devam Ediyor
Cuma gecesi tek imza ile alınan ikinci fiyasko karar ise Merkez Bankası Başkanı'nın görevden alınması. Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası piyasaların sürpriz olarak gördüğü bir kararla faizleri %17'den %19'a çıkardı ve ekonomiye döviz üzerinden gelecek bir şok dalgasını önlemiş oldu. Piyasalar sürpriz olarak karşıladı ancak bu köşeyi takip edenler faiz artışına şaşırmadı. 2 Mart tarihli yazımda Merkez Bankası'nın faiz arttıracağını,dolardaki yükselişi önlemek için bunu yapmak zorunda olduğunu söylemiştim. Eğer üretmeyen bir ülkeyseniz paranızın değerini ancak faiz yükselterek koruyabilirsiniz.
Bu faiz artışı piyasalardan olumlu yanıt aldı ve dolar 7.20'lere kadar geriledi. Ancak asıl sürpriz Cuma gecesi geldi. Cumhurbaşkanı bir kararnameye imza attı ve sözde bağımsız olan Merkez Bankası'nın Başkanı'nı son 1.5 yıl içerisinde 4. kez değiştirdi. Güler misin, ağlar mısın? Cumhurbaşkanı'nın canı sıkıldıkça Merkez Bankası Başkanı'nı değiştiriyor. Tüm bunlar olurken uluslararası finans kuruluşları, yatırımcılar ve yabancı devletler Türkiye ekonomisinin ne kadar amatörce yönetildiğini görüyor. Her şeyden önce Cumhurbaşkanı'nın yıllardır ısrarla söylediği, hatta defalarca deneyip Merkez Bankası rezervini erittiği politikası olan ''Faiz enflasyonun sebebidir'' felsefesini referans alan görüş tamamen yanlış. Faiz sebep değil, sonuçtur. Faiz bir ülkenin risk priminin göstergesi ve sermayenin fiyatlamasıdır. Bu en temel ekonomik görüşün tersine hareket ederseniz bunun ağır sonuçları olur.
MB Başkanı görevden alınınca bu yanlış faiz politikasına dönüleceğini tüm piyasalar anladı. Pazar gecesi Asya piyasalarının açılmasıyla beraber Dolar doğrudan 8.40 seviyelerini gördü. Ben bu yazıyı yazdığım sıralarda da yükselmeye devam ediyor.
Maalesef ülkemizin, ekonomimizin böylesine kötü yönetilmesi, her şeyin, her kararın tek bir adamın tek bir imzasına bakması beni derinden üzüyor. Böyle yönetilen hiçbir ülke, hatta hiçbir kurum ilerleyemez. Tüm kararların tek bir kişinin keyfine bırakılması çok büyük sorunları beraberinde getirir. Bunu her gün daha net olarak yaşıyor ve bu olguları yaşayarak öğreniyoruz. Yani umarım öğreniyoruzdur…

HDP'ye Kapatma Davası
1998'de Refah Partisi kapatıldı. Aynı parti, çok geçmeden başka bir isimle ve daha güçlü şekilde iktidara geldi. Hala da iktidarda. Bir başka örnek de HADEP. Kürt siyasetinin HDP'den önceki temsilcisi HADEP 2003'te kapatıldı. Bunun yerine kurulan DTP, HADEP'ten çok daha güçlü geldi. Sonrasında DTP de kapatıldı ve yerine BDP açıldı. Tüm bu süreçlerin, kapatmaların ardından kurulan HDP ise çok daha güçlü geldi ve tek başına barajı geçti. Uzun lafın kısası, parti kapatma gibi zorlayıcı faaliyetler toplum nezdinde hep geri teper, hep istenen neyse tersini doğurur. Yukarıda bahsettiğim örnekler açık ve net. Burada şu noktayı çok önemsiyorum. Kürt vatandaşların oy verdiği partiyi kapatmak en çok PKK'nın işine yarar. Siz eğer Kürtlerin oy verdiği belediye başkanını görevden alıp, oy verdiği partiyi de kapatırsanız, demokratik temsil hakkını elinden almış olursunuz. Yani onları legal alandan dışlayıp illegal alana itersiniz. PKK'nın işine yarar dediğim nokta tam olarak bu. Siz bu insanları devlete tamamen küstürürseniz, Kürt sorunu önümüzdeki süreçlerde daha da derinleşebilir. Kaldı ki AKP yönetimi de daha önce birçok kez parti kapatmanın çok yanlış bir şey olduğunu ve yarardan çok zarar getirdiğini yıllar boyunca defalarca söyledi. Şimdi her konuda olduğu gibi bunun da tersi yapılıyor.
Kürt sorunu bana göre uzun vadede Türkiye'nin en büyük sorunudur. Bu sorunu çözmek için yapılacak en son şey Kürtlerin siyasi temsil haklarını ellerinden almak olur. Açık söylemek gerekirse HDP'nin siyasi çizgisini hiç beğenmiyorum. Ancak demokrasiye inanan bir insan olarak Kürt vatandaşların verdiği oyu savunmak zorundayım. Tüm bunlarla beraber HDP'yi dışlamak hiçbir sorunu çözmez. Türkiye'nin varlığı ve birliği için uzun vadede Kürt siyasi hareketiyle ortak bir zeminde buluşmak zorundayız. Yoksa güney doğu bölgemize asla barış gelmeyecek.

Kitap Tavsiyesi: Politika (Aristoteles)
Haftanın Sözü: ''Türkiye ekonomisinin sorumlusu benim ben.'' Recep Tayyip Erdoğan